2011’in son günlerinde, 2011’in tamamına damga vuracak bir ayıp yaşadık. Ayıbın adresi, Şırnak’ın Uludere ilçesinin kırsalında, “yanlışlıkla” 35 masum insanın öldürüldüğü yer değildi…
Daha çocuk yaştaki köylü vatandaşların üç kuruş için sınırdan “kaçakçılık” yaparak, hayatlarını tehlikeye atmaları da değildi.
Akşamüzeri, çocuğunun sırtını pekleştirip, “aman oğlum üşütme, hasta olursun” diye sıkı sıkı tembihleyen annenin yüreğindeki şefkat de değildi. Oğullarına bir iş sunamayan, başka bir seçenek bırakmayan babanın çaresizliği de değildi…
Çoğu çocuk olmak üzere 35 insanımızın “sebebi ne olursa olsun” hiç yere hayatını kaybetmesinden sonra gelişen olaylardı, 2011’in en çirkin, en iğrenç pardonu…
Hafta sonları yazı yazmadığımdan, yazılanları, konuşulanları ve anlatılanları dinledikçe batıdaki bazı kafatasçıların doğuya bakışını bir kez daha gördüm ve iğrendim…
Ölen 35 masum insanın neden öldürüldüğünü tartışmak yerine “kaçakçılık suç değil mi?” diyenlerin olması iğrençti…
Oysa uyuşturucu ticareti yapmak ta suçtu. Rüşvet almak da. Futbola şike karıştırmak da suçtu, darbeye teşebbüs etmek de. Makamını iğrenç emellerine alet etmekte suçtu, gencecik kızları iğfal etmek de. Halkı kazıklamak suçtu, kokuşmuş malları piyasaya sürmek suç, ayrımcılık yapmak da suçtu, dini duyguları istismar etmek de…
Hâsılı suç hanesini doldurmaya kalktığınızda, hangi bölgenin sütten çıkmış ak kaşık olabileceğini, biz değil, istatistikleri verebilirdi.
***
Ama doğuda terör vardı. Vardı ama terör, her şekilde doğuda yaşayan insanları vururdu; Şehitler de buranın insanıydı, şehit edenler de. Terörün “maddi” zararı da bölge insanınaydı, “manevi “zararı da…
Van depreminin ilk günlerinde, televizyon ekranlarında bunu açıkça gördük. Polisi taşlayanlar vardı, o zaman depremi hak etmişlerdi. Bu zihniyetle, oradaki insanlarımız kendi hallerine bırakmayı düşünen iğrenç insanlar vardı…
Tıpkı Uludere’deki katliam sonrası olduğu gibi. Sosyal medyada bunun en bariz örneklerini gördük. Gerçekten içinde hiçbir kötülük olmadığına inandığım bir sosyal medya arkadaşımla yaptığım diyaloga dikkat çekmek istiyorum. İçinde kötülük yok ama yansıtılanlarla “benzer” düşünce yapısına bürünmüş.
***
Yılbaşı gecesi, “Bu gece Van'da olmayı, Şırnak’ın Uludere ilçesinde minicik yavrularını kaybeden insanları teselli etmeyi de isterdim.” diye bir twit yazdım…
Bir arkadaş “sinirle” cevap yazdı; “Şehit analarını teselli et önce.”
Şok oldum, şehit annesiyle, başına bomba yağdığı için ölen gencecik insanın annesinin ne farkı vardı?
“Şehit anneleri ile Uludere’de evlat acısı çekenleri aynı şekilde kabullenmek gerekiyor.” diye cevap verdim…
“Uludere’de evlat acısı çekenler, PKK bayraklarıyla defin yaptılar ama” diyerek hem olaya “görünen yüzüyle” baktığını, hem de “Evladımın o bayrak altında defnedilmesini içime sindiremiyorum” diyen babanın feryadını duymadığı belli oluyordu…
“Sen sahip çıkmazsan, ben sahip çıkmasa, dumanlı havayı seven kurtlar kendi propagandalarını yapar.” diye cevap verdim.
Hemen klasik “sahiplenme”ye geçti; “Sahip çıkmayıp ne yapıyoruz. Yeşil kartı vermişiz. Kaçak elektrik vermişiz. Aç karınlarını doyurmuşuz. Daha napalım. Dağda işi ne?” Elbette o arkadaşa göre bu yeterliydi. Yeşil kart verdin mi, onun bütün ihtiyacını temin ettin demektir. Elektriği kaçak kullanıyorsa, sebebini sormak da gerekmiyor. Aç karnını doyururken, yani Sosyal Yardımlaşmadan yardım verirken de “oy avcılığı” yapıldığı suçlamalarını da elbet unutuyordu.
“Sonra da başına bomba yağdırmışız değil mi? Senin çocuğunu düşünsene, bir an için düşün. Veya onları verdin diye öldürecek misin?” diye cevap verdim.
“Bu PKK’nın hain bir tuzağı. Belki TSK’dan da bunun içinde olabilir” diye “yola gelmeye” başladı.
“Bazen Hatice önemlidir ama çoğunlukla netice. Neticede hiç suçu olmayan çocukların başına bomba yağdı. Bu açıdan bak.” diye tavsiyede bulundum.
“Hain PKK ve içimizdeki hainlerin oyunu” diye gerçeği görmeye başladı.
“Aynen ama her zaman olan masum ve daha da önemlisi garibanlara oluyor. Acıyı da analar çekiyor.” diye cevap verdim.
“Ne yapalım hocam. O zaman sen söyle?” diye sordu.
“Bir anne veya bir baba olarak, kendi evladınızın ‘iradeniz dışında’ götürüldüğü bir yerde öldürülmesi veya öldürmesi acı değil mi?” diye ben bir soru sordum.
“Elbette ama onlar devletin yanında olsunlar birazcık da. Devlet napsın, elektrik kaçak, su kaçak.” diye başa döndü.
“Keşke buralarda yaşasaydınız da, ‘yokluğun’ ne demek olduğunu, iki arada bir derede kalmanın da nasıl olduğunu anlasaydınız.” dedim.
“Nerede yaşıyorsunuz?”
“Adıyaman”
Ve konuyla hiç alakası olmayan bir soru; “Kürt müsün?”
“Değilim ama zaten Türk’müş, Kürt’müş gibi bir ayrımı değil, adammış, adam değilmiş gibi değerlendirmeyi isteyenlerdenim.” dedim.
“Ben öyle bir ayrım yaptığım için değil, merak ettiğim için sordum. O ayrımı yapmam ben.” diye kendisini savundu.
O arkadaşı hiç ayıplamadım. Çünkü onunki masum bir savunma psikozuydu veya bölgeyi iyi bilmediğinden, söylenenlerle yetiniyordu. Ancak daha iğrenci televizyon ekranlarında çokça vardı.
Peki Uludere’de ne oldu?
Ne olduğu aslında çok açık; PKK ve Ergenekon gibi terör örgütleri son zamanlarda önemli ölçüde güç kaybetti. Hem operasyonların zayıflaması, hem de PKK-Ergenekon’un güç toplaması gerekiyordu…
Bu olay, TSK’nın daha önceki yanlışlıklarıyla birlikte, “hatalarının zirvesine” çıkabilirdi.
PKK-Ergenekon da, bölgedeki “destekçi” siyasilerinin eliyle “güç kazanma”ya çalışabilirdi.
Bizdeki “yanlış değerlendirmeler” yüzünde de bölge insanı PKK’lıymış gibi gösterildi…
Ve PKK ile Ergenekon el ele, göz göze, omuz omuza bir olayın daha “mutlu ve mesut” şekilde üstesinden gelmenin hazzını yaşadılar…
Bizler, Uludere’ye bu şekilde bakmaya devam ettikçe, PKK-Ergenekon ikilisinin aşkı hiç bitmeyecek…
Ve biz “pardon” demeye devam edeceğiz, iğrenç bir şekilde olsa da…
Tewitimden seçmeler
2012’ye uyandık. Keşke “bütün hatalarımızdan” arınarak, “insanca yaşama” şansını yakaladığımız, “müreffeh” bir dünyaya uyansaydık.