Bugün Türkiye’nin tartıştığı dönemlerde dünyaya gelmiş, o dönemlerde büyümeye başlamıştım. 12 Mart muhtırasını elbet bilemezdim ama sokakların parsellendiği dönemleri çok iyi biliyorum. Kardeşin kardeşe düşman edildiği, bunun için özel ekiplerin kullanıldığı ve 12 Eylül’e giden süreci yaşayarak görüp, ibret alanlardanım…
Daha omuzlarımıza dünyanın yükü binmemiş, henüz dönen kirli dolaplardan haberimiz bile yoktu. Küçüktüm, daha dünyayı tanımamıştım…
Hayallerimiz bile küçüktü; insan bilmediğini nasıl hayal etsin?
Biz ancak bildiğimizi ve görmek istediklerimizi hayal ederdik ve küçük şeylerle mutlu olmayı biliyorduk.
Mesela yağlı yavan ve şekerli bisküvi, bizi mutlu ederdi.
Çelik çomak oynamayı çok severdik; atari çıkmamış, çılgınca bilgisayar oyunlarıyla tanışmamıştık daha.
Facebook’ta “dürtme” nedir bilmez; “Elim sende” der gülerdik…
“Birliğim birlik” der atlar, “kör ebe” der saklanırdık, “gırcik” oynardık mutlulukla…
Oyunlarımız bize hastı ve biz sanal değil, gerçek takılırdık.
Oyuncaklarımız telden ve tahtadandı.
Tel arabayla sokak sokak dolaşır, tahta arabayı evde-kapı önünde sürerdik.
Ne de çalım satardık ama…
Saatlerce köşe başına kurulan sergilerde Tommiks, Teksas okurduk.
Her mahallede nadir bulunan tek kanallı televizyonu, tüm mahalleliyle birlikte seyretmenin zevkine doyum olmazdı.
Ayda yılda bir lazım olan telefon görüşmesi için, telefon alabilmiş seçkin komşuların evine gider, telefonun kolunu bir-kaç kez çevirir, eğer santral memuresi çıkarsa (zordu ya