Bazıları insan büyüdükçe muhafazakâr kimliği daha çok ön plana çıkıyor diyerek “tutuculuğu” eleştirir. Bazıları “çağdaş” olmayı, kimin elinin kimin cebinde olduğunun anlaşılmadığı yaşam tarzlarına ait olduğunu sanır. Belki her ikisi de yanlış, belki her ikisi de bir nebze doğru…
“Bizim zamanımızda” diye başlayan her anlatıma karşı bir gıcıklığımızın olduğu gerçeği, “bizim zamanlarımızın” kötü olduğu anlamı taşımaz…
Hangi zamanda olduğunuzdan çok, nasıl yaşadığınızdır asıl önemli olan…
Hoşgörü, tahammül, karşındaki insana saygı, yaşam tarzını kabullenme, dilini, dilini, derisinin rengini, kıyafetini, oturduğu evi, takındığı tavrı.. bütün bunların zamanla, zeminle hiçbir alakası yoktur.
Alaka kurulacaksa önyargılar ve dayatma üzerine kurulmalı…
Hiç kimse bir başkasını kendi önyargıları, kendi yaşam tarzı ve kendi beğenisi üzerine mahkûm etme hakkına sahip değildir/olmamalıdır da…
Ekranların kıpır kıpır sunucularından Defne Joy Foster, geçtiğimiz hafta bir arkadaşının evinde ölü bulundu. Ölüm nedeni henüz belli olmazsa da, aşırı alkollü bulunduğu, astım hastası olduğu söylendi…
İzlemediğim için dans yarışmasındaki performansını bilmiyorum ama bildiğim iyi bir sunucu, kıpır kıpır bir genç kızdı…
Televizyonun sihri, gençlerin rol modellerini de çeşitlendirdi. Ancak bütün çeşitliliğe rağmen, benzer yaşam tarzına sahip insanlardan oluştuğu gerçeğidir.
Bizden olmayan, kimin elinin kimin cebinde olduğu pek anlaşılmayan, bir gecelik beraberliklerin aşk olarak sunulduğu, ihanetlerin kol gezdiği, magazinlik yaşam tarzlarının kabule zorlandığı bir dayatmadan öte bir şey değildi…
Aynı ortamda bulunup, aynı havayı teneffüs edip, aynı yaşam tarzını savuna gelenlerin birden birbirinde düştüğünü görmek çok ilginç geldi bana…
“Ben farklıyım” diye sürekli seksi yazılar yazan, pornoya varan esprileri köşesine alan, aldatma ve hileleri mizah diye yansıtan Hıncal Uluç, Defne Joy Foster’in “bir bekâr evinde” ölü bulunması üzerine bir anda “muhafazakâr” kimliğine büründü. O kimliği şimdiye dek nerede sakladığı da pek anlaşılmadı…
Uluç, “Su testisi suyolunda kırılır” deyince “aynı yaşam tarzını” benimseyenlerin hedef tahtası olmakta gecikmedi. Üstelik de kendisine rol modeli olarak alan gençlerin de hedef tahtasına bir anda oturdu…
Açık yüreklilikle ve önyargısız bir şekilde okuduğunuzda Hıncal Uluç’un yazısının tek bir kelimesinin “yanlış” olmadığını anlayabilirsiniz. Sadece söyleyen yanlış diyebilirsiniz…
Sayın Uluç, kendisini Defne’nin eşi İlker Yasin’in yerine koymuş, empati yaparak “başka evde, bekar evinde” ölmesini, “alkollü” olarak hayatının sona ermesini kaleme almış ve büründüğü muhafazakâr kimlikle bu tür bir yaşam tarzının yanlış olduğunu söylüyor…
Bir anda okları Hıncal Uluç’a çevirenler ise “kendi yaşam tarzı”nı koruma adına saldırmaya başlıyor…
Birisi ölüp gidenin yaşam tarzını sorguluyor, bir diğerleri kalanın yaşam tarzını veya düşüncesini acımasızca eleştiriyor…
Ekranda kıpır kıpır olan bir sanatçının sadece sanat adına yaptıklarının değil, yaşam tarzlarının da rol modele girdiğini bu şekilde öğrenmiş olduk…
Şimdi bütün gençlik, “ölünün arkasından konuşulmayacağını” haykırıyor…
Sonra evli ve bir çocuk sahibi olduğu halde, barda alkol alıp, ilk defa o gece tanıştığı kişinin evinde ölü bulunmasının “kendi yaşam tarzı” olduğu için saygı duyulmasını istiyor…
Aynı kişilerin başörtülü okumak isteyen kızlarımız için “durun, ne yapıyorsunuz bu onun yaşam tarzı” diye savunmaya geçmiyor…
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, bütün çabasının herkesin kendini ifade edebileceği bir ortam olduğunu söylediği halde, Danıştay’ın hiçbir akli ve yasal gerekçeye dayanmayan yasağı savunulmaya geçiliyor…
Hür Adam filminde Bediüzzaman Said Nursi’nin Atatürk’ün yanında ayak ayaküstüne atması eleştiriliyor…
Muhteşem Yüzyıl’da “harem”i ayıplıyor, atalarımıza saygısızlık edildiğinden dem vuruyoruz…
Kürtlerin kendi dilini konuşup konuşmamasının kararını Kürtlere değil, Türklere bırakıyoruz ve sonuç da “yasak! Olmaz/olamaz”dan başkası olmuyor…
Ramazan ayında bütün ülke “Direklerarası” oluyor, İftar Çadırlarıyla donatılıyor, ekranlar “niyetli” oluyor…
Yılbaşında ise çam ağaçlarıyla süslü kentimizde Noel Babayı bekliyoruz…
CHP’nin eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “yasak aşkı”nı deşifre etmek için gardıroba kamera yerleştiriyoruz, bayan milletvekilinin her bir yanını tüm âleme gösteriyoruz…
Sonra Sibel Kekili’nin eski yaptıklarını anlayışla karşılıyor, Gamze Özçelik’i aklamak için uğraşıyoruz…
Sonra Çocuklar Duymasın’da iki rol modelin kaçamağını acımasızca eleştirip, bir süre sonra ekrana dönmelerini içimize sindirebiliyoruz, üstelik de destekliyoruz…
Bütün bu tartışmaların bizim kimin arkasından konuştuğumuzu değil, aslında ne kadar ikiyüzlü olduğumuzu göstermesi açısından dikkate değerdir.
Bizim sorunumuz ne biliyor musunuz?
Aslında cumhuriyetin kuruluşundan itibaren başlayan batılılaşma ile muhafazakârlığımızın asla bir birinin yerine geçememesidir…
Bazen birisi öne çıkıyor, bazen diğeri…
Ve biz ki arada bir derede demokrat olacağımızı sanıyoruz…
Daha çok bekleriz…