Dağdaki çobanla seçkinlerin oyunun eşit olmadığını anlamıştık. Sağ olsun Aysun Kayacı kızımız bizi kendimize getirmişti.
Onların kanı kırmızıydı, dağdaki çobanın ki mavi.
Sadece fark, kanın renginde değildi elbet.
Sandıkta kullanılan oyun rengi de farklıydı, kalitesi de, etki alanı da.
Dağdaki çoban tek oy kullanmalı, ovadaki manken kızımızsa binlerce…
Hatta gerekirse dağdaki çobanın bir oyu da geri alınmalı, onu da manken kızımız kullanmalıydı…
Magazin basınının malzemesi olan Aysun kızımıza, birden bire acayip bir destek geldi. Koca koca profesörler sıraya girdi, Aysun kızımızın dehasını anlatmaya kelime bulmakta zorlandılar…
Hem Jean Jacques Rousseau, ta 1800’lü yıllarda söylemişti benzer sözleri…
Çoğunluğun verdiği kararların sakıncası ortaya çıkmış, demokrasi dediğimiz şeyin hiç de iyi bir şey olmadığını o zaman öğrenmiştik…
Şimdilerde yüzümüze söylenen gewrçek ise sadece hatırlatma, sadece bizim kim olduğumuzu söylemeden ibaret…
Hem dağdaki çoban yönetimden ne anlardı, ne tahsili vardı, ne Amerikalarda ihtisası…
Oy oy Emine’m şarkısıyla bu iş olmazdı tabii…
Herkesin oy çekerinin farklı olduğunu öğrenmiştik. Şimdi de dağdaki çobanın angut olduğunu öğrendik…
Hatta bırakın dağdaki çobanı, Anadolu’nun tümü angut doluydu…
Kimin angut olup olmadığına karar verecek kadar eğitim almışlardı…
Angutluk yapa yapa büyüdüklerinden, angutu ta uzaktan tanıma şansları vardı…
Onlar ne derse doğruydu, angut diyenin angut olma ihtimali de vardı ama onlar seçkin sınıftandı…
Bu ülkenin gerçek sahibi onlardı…
İstedikleri hükümet olmalı, istemedikleri seçime bile girmemeliydi…
Ama işlerini bozanlar vardı…
Milletin ta kendisi, her zaman kendisini seçkin sananların oyununu bozuyordu…
Angutluk yapan çoktu…
CHP’yi iktidar etmiyordu bir türlü…
Nerden buluyorsa her defasında AK Parti’yi iktidar ediyordu…
Hâlbuki ne güzel darbe yapıyorlardı…
Ne güzel “atama”yla ülkeyi yönetiyorlardı…
Canları istediğinde çok partili sisteme geçip, canları istediğindeyse muhtırayla ayar veriyorlardı ince ince…
Keyifler yerindeydi…
İstedikleri zaman irtica geliyordu, istemediklerinde ise irticayı tatile yolluyorlardı…
Tankları yürüttürürlerdi Sincan’da, sesi gelirdi fincanda…
Bazen sanal muhtıra verirlerdi, bazen de muhtıranın oturaklısını yaparlardı, oturak âlemleri gibi…
İyi postal yalar, postal yalayan medyayla da içli dışlı olurlardı…
Ergenekon gibi terör örgütü olduğu iddia edilen oluşumlarla pek sıkı fıkı, can ciğer kuzu sarması olabilirlerdi…
Hani zaten bir konuşan onlardı, diğer herkesin konuşma hakkı yoktu…
Hukuku iyi bilirlerdi…
Parasına göre “onama” veya “bozma” kararını hemencecik uygulama şansları vardı…
İstediği dosyayı bir dakikada karara bağlama becerisine sahiplerdi, istemediğini ise on yıl bekletip, “teröristleri salıverdiler” diye yaygarayı bile koparırlardı…
Her şeyi çok güzel götürüyorlardı…
Ülkeyi babasının çiftliği gibi kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdi…
Kendileri bu ülkenin gerçek sahibi, diğerleri sömürülmeye hazır yığınlardı…
Birden her şey tersyüz oldu…
“Angut” diye küçümsedikleri, bütün pis ve iğrenç oyunlarını bozacak hükümetleri işbaşına getirdi…
Balyoz vuramadılar, eldiveni giyemediler…
Sarıkızla mehtapta yürüyemedi, Aykızla denize açılamadılar…
Çok derin adamlardı ama bu defa derinlere dalıp boğulma riskiyle karşılaştılar…
Çok beyefendi adamlardı cezaevinde ömür tüketmemek için “bizden olan mahkeme” bulup, hastanede “yoğun bakıma” alındılar…
O kadar yoğunlardı ki, polis 6.5 saat boyunca bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk gibi odada arama yaptı ama bitiremedi…
Kemal bey tepki gösterdi, “yoğun bakıma öyle girilir mi”ydi?
Girilmezdi tabii…
Önce gerekli tedbirleri alıp, Haberal’ın her şeyi zulalamasına müsaade edilmeliydi…
Haberallar, Hilmioğlular rahat bırakılmalı, angutlar işine bakmalıydı…
Biz onlara angut diyorduk ama bir baktık ki angut olan bizmişiz…
Öyle söylüyor telefonun ucundaki adam…
Kendisinin angut olduğunu unutarak hem de…