Bir sabah patlayan bombalarla uyandınız, evinize kurşun yağdırdılar, tankların ve topların sesi kulakları sağır edecek hale geldi. Hakaretin bini bir para bağırtılar arasından ne olduğunu seçecek cümleler arıyorsunuz.
Çocuğunuz geliyor aklınıza, bir koşu diğer odaya gidip, kucaklayıp, sarıp, sarmalıyorsunuz. Diğer çocuklarınız, eşinizi de alarak bir köşeye siniyorsunuz. Pencereden başınızı uzatamıyorsunuz bile ama biliyorsunuz ki, “sizi korumak zorunda olan devlet” sizi öldürmeye niyetli.
Bir an donakalıyorsunuz…
Her şeyi bırakıp gitmekle, mücadele etmek arasında.
Güçsüzsünüz, çaresizsiniz, karşı koyacak haliniz, mücadele edecek takatiniz yok.
Çocuklarınız var, eşiniz boynu bükük size bakıyor.
Ve o anda her şeyi bırakarak kaçmayı düşünüyorsunuz.
Her şeyi de bırakıyorsunuz.
Maddi olanlarla birlikte tüm hatıralarınızı, özlemlerinizi, güzel günlerinizi, umutlarınızı…
Dişinizden, tırnağınızdan arttırdığınız her şeyi orada öylece bırakıyorsunuz.
Eşinizle birlikte karar vererek aldığınız, beğendiğiniz, evinize yakıştırdığınız da kalıyor orada.
Doğum günü hediyelerini de, evlilik yıldönümünde özenle aldıklarınızı da…
Hatta annenizi, babanızı, kardeşlerinizi, dostlarınızı, sırdaşlarınızı görme şansını da bulamıyorsunuz.
Bir gece ansızın “kurtuluşa” doğru adım atıyorsunuz…
Mukim iken, birden göçmen kuş olup uçuyorsunuz…
Ülkenin vatandaşıyken, “vatan haini” damgasını yeme pahasını, vatanınıza sitem ederek terk edip gidiyorsunuz.
O güne kadar belki de hiç önemsemediğiniz bir sıfatla anılmaya başlıyorsunuz. Adınızın ve soyadınızın hiçbir önemi kalmıyor. Size artık kısaca “mülteci” deniyor ya da sığınmacı, hain, kaçak, göçmen ve daha niceleri…
Kimi sizi ajan bilecek, kimi muhalif, kimi korkak…
Ama siz anlık kararınızla en doğrusunu yaptığınıza inanıyorsunuz.
Nasıl olsa insanlığın ölmediğini gösterecek Ensarların olduğu bir dünyada yaşıyorduk.
Nasıl olsa “yüreğinde bize de yer ayıran gönül dostları” vardır diye düşünüyorsunuz…
***
Hazreti Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Medinelilerin, günümüze kadar aktarılan “Kardeşliğini” de konuşmaya başlayacaktık. O gün bugün “muhacir” olmadan, “Ensar” olunabileceğini gösteren çok örnekler yaşadık. Ensar olmadan, muhacir kalanları da gördük.
Muhacir, genel anlamıyla göç eden olsa da, İslami kaynaklarda “Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e uyarak Mekke’den Medine’ye göç eden” manasına kullanılır.
Şimdi daha çok “Mülteci” yani “Sığınmacı” sıfatlarını kullanıyoruz.
“Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kişi, sığınık, mülteci veya yabancı bir ülkede iltica etmeden önce belirli bir süre kalan” kimselere “mülteci” veya “sığınmacı” deniyor.
İster muhacir olsun, ister mülteci veya sığınmacı, karşısında Ensar yoksa yapılan uğraşın da, çekilen çilenin de, akan kanların da, dinmeyen gözyaşlarının da hiçbir önemi yok demektir.
Muhacir veya mülteciye anlam katan, Ensar’ın kardeşliğidir.
Ensar, Arapçada “yardım edenler, yardımcılar” şeklinde açıklanır. Sıfat olarak ise, “herkesi seven, herkese yardım eden” manasını taşır.
“Ensar” sadece “yardım eden” veya “herkesi seven” değil, İslam dininin tarihine damga vuran, bir dönemi kapatıp, bir dönemi açan kardeşliğin de tam adıdır.
Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret etmesi üzerine, kendisiyle birlikte gelen muhacirlere yardım eden, Medineli Müslümanlara “Ensar” denmiş. Bununla da kalmamış, Kur’an-ı Kerim’de övgüyle bahsedilenler arasına da girmişlerdi.
Öyle bir kardeşlikti ki bu, muhacir kardeşine “mallarını” hibe etmeyi teklif etmenin yanında iki eşinden birini boşayıp, almasını istemesi gibi özveriye karşılık, muhacirin “Bana çarşının yerini göster, yeter kardeşim” diyebilecek kadar kardeşine yük olmama derdiyle dertlenendir.
***
Şimdiye geliyoruz…
Suriye’de 100 bine yakın insan, tıpkı muhacirler gibi bir zulümden kaçarak kendisine kucak açacağına inandığı “ülkemize” sığındılar.
Ardından neler bıraktılar neler?
Makam bırakanlar da, mevkilerini hiçe sayanlar da, bütün mal varlığını elinin tersiyle itenler de, cebinden beş kuruşu olmadan yola düşenler de…
Ensar bulacaklardı karşılarında…
Buldular da…
Ama “gelişlerine karşı çıkanlar” da vardı.
Gelenlerin rengini beğenmeyenler, kimliğini sorgulayanlar, mezheplerine vurgu yapanlar, ideolojilerini sayıp dökenler ve daha neler neler…
Öyle bir zamanda yaşıyorduk ki, Marmara Depreminde kaybettiğimiz insanların “hak ettiğini” düşünenler de vardı, Van’da meydana gelen depremde hayatını kaybedenlerin kimliğinden hareketle “oh olsun” diyenler de…
Bu ikisine “oh olsun” diyenlerle Suriye’den gelen sığınmacılara burun kıvıranların aynı kafa yapısının ürünü olduğunu düşünmek ve bu kadar çok “kafatasçı” arasında yaşıyor olmak ne acı…
Biliyorum, siz hiç mülteci olmadınız, olmanızı da istemek mümkün değil.
Ama halen Ensar olma şansınız var; uzatın elinizi, insanlığın ölmediğini gösterin.
Twitimden seçmeler
Hatay'da Esed'e destek verenler, “kanımız canımız Esed’e feda” demişler. Zaten Esed’e de sizin gibi kansızların kanı-canı gerek!