Bir fırıncı yakınındaki bir çiftçiden tereyağı alıyordu.
Bir gün aldığı tereyağının üç kilo olması gerekirken daha hafif olduğunu fark etti.
Artık aldığı tereyağlarını tartıyordu.
Her defasında aldığı tereyağlarının daha da hafiflediğini görüyordu.
Sonunda bir gün sinirlenip dava açtı. Çiftçi ile mahkemede karşı karşıya geldiler.
Hâkim çiftçiyle konuşmaya başladı:
“Senin terazin yok mu?”
“Var efendim.”
“Peki ya kiloların?”
“Yok efendim. Lüzum da yok.”
“Kilon yoksa fırıncıya verdiğin tereyağlarını nasıl tartıyorsun?”
“Çok basit efendim. Ben bu fırıncıdan ekmek alıyorum. Ekmeklerin tanesi bir kilo. Terazinin bir kefesine üç ekmek, diğer kefesine de tereyağı koyuyorum. Eğer tereyağı eksik geliyorsa bu benim değil çiftçin hatasıdır.”
Bunun üzerine hâkim çiftçiye beraat kararı verdi. Mahkeme masraflarını da fırıncı ödedi...
***
Sorunun kendisinde olduğunu anlamayan insanlar, çözümü başkalarının huzurunu bozmakta bulurmuş. Öykümüzde anlatılmak istenen şey, toplumdaki huzursuzluk ve güvensizliğin asli nedenlerinden biridir aslında.
Yaptığı hilebazlık ve sahtekârlıkları marifet sayanlar, çıkarlarının zedelendiğini hisseder etmez birden doğruluk abidesi kesilirler.
Üstelik öyle yüksek sesle yaygarayı basar, ortalığı öyle karıştırırlar ki, kendileri yüzünden haksızlığa uğramış olanların sesi duyulmaz bile olur.
Aslında fırıncı ile çiftçi arasında geçenleri okur okumaz sizin de zihninizde şimşekler çaktığını biliyorum. Şimşeklerin çakarken saçtığı aydınlıkta birilerinin sırıtan yüzü gözlerinizin önüne geldi elbette, bunu hissedebiliyorum.
Böyleleri öyle arsızlaşmış, öyle yüzsüzleşmiştir ki, toplumdan gelen tepkiler onu etkilemez. Dolayısıyla ayıplama ve kınama onları pek etkilemez. Gerçi genelde seviyelerine inmemek, onla tay olmamak için pek kimse de bir şey demez. Böyle olunca da daha hareket ederler.
Ta ki aynı sahtekârlık ve hilebazlığa muhatap oluncaya veya hakkaniyetli bir hâkimin huzuruna çıkana kadar...
Tıpkı hırsız bir kimsenin çaldığı malı çalan bir başka hırsıza tepki koyması gibi.
“Ele verir talkını kendi yutar salkımı” atasözünü de çağrıştıran bu öykünün vermek istediği mesaj toplumun düzen, güven ve huzuru ile doğrudan alakalıdır.
Ben dürüst olmadıktan sonra başkasının hatasından şikâyet etmeye hakkım olmaz.
Tıpkı sahtekârın başkasının sahtekârlıklarından, yalancının başkalarının yalanından, hırsızın da başka hırsızlıklardan şikâyetçi olmaya hakları olmadığı gibi.
Önce kendisine yakıştırdığı alçak, sefih ve sefil hasletlerden kurtulmalı böyleleri. Yani önce kendisi dürüst olmalı.
Aslında burada önemli başka bir şey daha var.
Böylesi tipler herkesi kendisi gibi sanır.
Bu yüzden de kendisinin yaptığı hile, alçaklık, sahtekârlık, düzenbazlık... gibi davranışları başkalarının da yaptığını sanır.
Bu yüzden toplumda dürüst bilinen, şahsiyetli ve düzgün insanlara zaman zaman iftira atılıp, çamur bulaştırılmaya çalışıldığına şahit oluruz.
Ne yazık ki, çoğu zaman atılan bu çamur ve iftiralar; sorgulamak, gözlemlemek ve düşünmekten imtina eden kolaycı zihinlerde etki bırakıyor.
Masum derdini anlatana kadar meş’um dağlar aşarmış.