Merhum Nasreddin Hoca’nın, samanlıkta kaybettiği iğnesini ay ışığında aradığı öyküyü bilirsiniz. Yitiği kaybedilen yerde aramanın önemini vurgulaması bakımından önemli bir hikâyedir.
Uzun yıllardır “sorunlar ve çözüm önerileri” sözcükleri ile biten iddialı cümleler kurduk. Kurmakla kalmadık, toplantılar, paneller, çalıştaylar, konferanslar vs. düzenledik.
Hatta öyle ki, her toplantı ile birlikte “toplantı yapmaktan iş yapmaya fırsat bulamadık” cümlesini de kullanmaya başladık.
Yetmedi, bunları aşmak için de toplantılar düzenledik(!)
Şaka bir yana, bugüne kadar teklif edilen onlarca, yüzlerce hatta mübalağa olmasın binlerce çözüm önerileri şimdi neredeler doğrusu bilmiyorum.
Oysa hemen hemen hepsi kafa yorularak ve ciddi emekler verilerek ortaya çıkarılan tespitlerdi.
Onlar bulundukları yerlerde küllene dursunlar, gelin bir başka öneri üzerinde kafa yoralım.
Nerede işler düzgün yürünüyorsa, yapılanlar istenilen verimi vermiyor, amaca ulaşılamıyor hatta kamuoyu oyalanıyorsa, insanlarda bu kanılar hâkimse, orada hesap verme mekanizması iyi işlemiyor hatta hiç işlemiyor demektir.
Yani “hesap verme” ve “hesap sorma” sisteminin olmadığı yerde her şey olabilir.
Gelin bu sistemi gerektiği şekilde işletmenin yollarını arayalım. Gerisi emin olun peşinden gelir.
İşe önce, mevki ve makamlara, belirli yerlere talip olarak gelenlerden başlayabiliriz.
Öyle ya, isteyerek, mücadele ederek, hatta sarmaşık gibi bir yerlere dolanarak gelenler bunun hesabını verebilmeliler.
Bu bürokrat da olabilir siyasetçi de. Hatta siyasetçi atadığı/atattırdığı kişilerin de hesabını verebilmeli. Birilerine bir yerler için referans olanları da unutmamak lazım.
Bu uğurda hizmet edeceğini, faaliyet göstereceğini deklare eden sivil toplum kuruluşlarını da ihmal etmeyelim.
Herkes sorumlu olduğu işlerin ve alanın hesabını periyodik olarak vermeli. Karşılığını da mükâfat veya ceza olarak alabilmeli. (Mükâfat ve cezanın ne olduğu ayrıca tartışılmalı)
Bu memleketin geleceğini tayin noktasında kararlar alanlar, atamalar yapanlar/yaptıranlar ve bu minvalde fiiller işleyenler, bunlara destek ve referans olanlar.. Kısaca bu bağlamda “memleketseverler” ve “hizmetseverler” bu sevgi(!)lerinin hesaplarını vermeliler mutlaka.
Yanlış anlaşılmasın, “hesap verme” derken, bir intikam alma, ayak bağı olma veya karalama duygusu ile değil, yapılan işlerin hakkaniyetini, ehliyet ve liyakatini ölçmek adına yapılmalı.
Bulundukları yer ve makamın hakkını verenler taltif ve teşvik edilmeli. Aksi durumda olanların behemehâl hal çaresine bakılmalı. Hatta bunları yaparken referans ve destekçileri ile birlikte yapılmalı.
“Hesap verme” veya “hesap sorma” mekanizmasının isteğe göre, dost ve akrabaya göre, güç ve makama göre, siyasi görüşe göre… değişmesine asla müsaade etmeden, ciddi, objektif ve layık-ı veçhile yapılmalı.
Bunu derken hesap soracak mekanizmanın ehemmiyetini özellikle belirmek lazım.
Zira “hesap sormak” ile “hesap sorar gibi olmak” farklı şeylerdir.
Bu yüzden hesap soranların da hesap verecekleri bir sistem olmalı.
Danışıklı dövüş olmadan, samimi, objektif ve şeffaf bir anlayışla hesap sormak...
Vurmak ve yermek için değil, övmek ve reklam için de değil; sırf, salt, yalın ve sadece “hesap sorma” masumiyeti ile hesap sormak…
Var mı böyle bir mekanizmayı işletecek babayiğit?
Var mı böyle bir kurum?
Var mı böyle bir Sivil Toplum?
Adına toplumsal otokontrol mü dersiniz, yasal gereklilik mi dersiniz ya da başka bir şekilde mi tanımlarsınız bilemem.
Ama siz bu sistemi oturtun ben sizin ellerinizden öpeyim.