Bir okul müdürü her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlere bu mektubu gönderirmiş:
“Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar.
Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.
Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır...”
Esas meselenin “insan” olduğunu belirten bu kısa mektubu muhtemelen bir yerlerde okumuş olmalısınız.
Bu hafta sonu çay ocağı sohbetimizdeki konuların ana teması da “insan” idi.
Çay Ocağı Sohbetlerimizin yeni sezonunu yaklaşık bir ay önce açmıştık. Verilen aradan sonra toparlanmak biraz zaman alsa da aramızda yeni yüzler, yeni dostlar görmek, yeni fikirler ve daha geniş paylaşımlar anlamına geldiği için memnuniyet verici bir gelişmeydi.
Şehir trafiği ile başlamıştı sohbetimiz. Sonra da şehir yapısının gelişen ihtiyaca cevap vermemesi ve buna zihniyetlerimizin de henüz hazır olmadığı mealindeki ifadeler eşlik etti.
Her ne kadar “şehir, yönetici, idareci, siyasetçi ve sivil toplum” kelimeleri daha sık geçse de konuların merkezinde “insan” vardı.
Aslında hayatın merkezinde “insan” var ama biz genellikle pas geçeriz ve sorumluluğu başka kavramlara yüklemeye çalışırız.
Oysa insanı düzeltmeden kurumları düzeltemezsin. İnsanı düzeltmeden siyaseti, bürokrasiyi, işleyişi düzeltemezsin ve insanı düzeltmeden insanlığı düzeltemezsin.
Tepkisini ve karşı koyuşunu hakkaniyete göre değil de adamına ve menfaatine göre belirleyen insanların olduğu bir toplumda ciddi sorun var demektir.
Ağacı kim keserse kessin hepsine tepki vermek gerekirken, “bizden olmayan” kestiği için tepki gösteriliyorsa, hırsızlık, yolsuzluk, zorbalık, zulüm ve haksızlık yapanlar bizden olmadığı için karşı çıkılıyor, bizden olanlar yaptığında da başlar öte yana çevriliyorsa orada sadece ve sadece “insan” sorunu var demektir.
Senin karşı çıktığın bir haksızlığa, ben sessiz kalıyorsam, benim uğradığım zulme sen duyarsız kalıyorsan ve bunlar da kasten ve bilerek bir görüşün, bir kesimin taassubiyeti ile yapılıyorsa, işte esas haksızlık ve zulüm bu olmalı.
Tepki konulan şey aslında o haksızlık veya zulüm değil, “benden/bizden” olmayan kişi/kurumdur. Bu da yanlışa değil, dinlemeye ve anlamaya çalışmadan bizden olmayana karşı duruyoruz demektir.
Sohbetimize dışarıdan kulak misafiri olan o semtten birinin çıkarken söylediği şu söz bana manidar geldi: “Siz bu kadar şey konuştunuz ben de bir cümle ekleyeyim, herkes yanılmamak için doğru insanı bulmak istiyor. Ama nedense kimse doğru insan olmak için pek uğraşmıyor.”
Benim olayı hemen “insana” bağlamama bakmayın. Aslında çok güzel tespit ve yorumlar vardı. Ortamda farklı düşünceden arkadaşlar olmasına karşın birçok konuda hem fikir olmuştuk. Bu olumlu hava ile bir kez daha anladım ki:
Sorgularken, tespit ederken, yorumlarken ve hüküm verirken ölçü gerçekten “insan” olursa, ölçü gerçekten “hakkaniyet” olursa ve ortada da samimiyet varsa herkesin ittifak etmesi gayet mümkünmüş.
Buradan hareketle, içinde bulunduğumuz ve bir türlü çözemediğimiz (belki de çözmek istemediğimiz) ihtilaf ve anlaşmazlıkları bu ölçüler çerçevesinde yeniden gözden geçirmek isabetli bir karar olur herhalde.
Üzerinde durduğumuz konulardan biri de sivil toplum kuruluşları idi. Genelde bir türlü sivilleşemeyen, kendisini sınırlayan çemberleri kıramayan, arka/yan/ön bahçe olmaktan kurtulamayan… Sivil toplum kuruluşlarının içinde bulunduğu sorunlardan/açmazlardan bazılarıydı.
Bu konuda batıdaki sivil toplum anlayışına ulaşmak için daha epey zaman geçmesi gerektiği kanısına vardık.
Günün sürprizi ise Gaziantep’ten idi. Çay Ocağı Sohbetimizi duyup merak eden, sanal ortamdan sürekli takip eden ve ortamımızı bizimle teneffüs etmek isteyen Şemsettin Ulusoy kardeşimiz sırf bu yüzden Gaziantep’ten gelmişti. Güzel ve anlamlı bir sürpriz oldu bizim için.
Yazıma Hz. Ali’nin şu veciz sözü ile son vermek istiyorum:
“Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende de varken başkasını ayıplamandır.”