Bir müfettiş akıl hastanesini geziyormuş. Bahçeye gelince delilerin ağaçta asıldığını ama birinin yere yattığını görünce yatana sormuş.
“Neden ağaca çıktılar” demiş. O da:
“Armut sanıyorlar kendilerini” demiş.
Müfettiş: “Sen niye ağaçta değilsin?” demiş.
O da:
“Ben olgunlaşıp yere düştüm” demiş.
***
Okuduğunuz gibi bu bir deli fıkrası.
Bir de deli ile ilgili atasözü söyleyeyim: “Her deli üstünü başını yırtmaz ki!”
Yazıya deli fıkrası ve atasözü ile başladım diye konunun delilerle ilgili olacağını sanmayın.
Sadece sıcakların bunalttığı bu günlerde birazcık tebessüm edesiniz ve “deli” olmadığınız için şükredesiniz diye yazdım.
***
Bugün “saygı” üzerine yazmayı düşünmüştüm.
Sizlerle insanın saygı görmek istemesi ve başkalarına saygı göstermesi üzerine bir şeyler paylaşacaktım.
Mesela, her insanın fıtratı gereği de olsa saygı görmek istediğini,
Kiminin bunu nasıl elde edeceğini bilemediğini,
Kiminin tuhaf davranışlar sergileyerek saygı görmeye çalıştığını,
Kiminin zorla elde etmeye çalıştığını,
Kimi de oturduğu makam, elinde bulundurduğu güç ya da isminin sol tarafında bulunan unvanlarla elde etmeye çalıştığını söyleyecektim.
Sonra da şunları söyleyecektim:
“Saygı, duyulan, gösterilen şey değil; kazanılan, edinilen şeydir.”
Saygı duymanın eylemi, duyana değil, saygın olan kişiye aittir. Yani saygı duyulması gereken şahsiyetle doğrudan alakalıdır.
“Saygı nasıl ifade edilir ve şekilleri nelerdir?” sorusuna cevap aramadan önce “Saygıya nelerin neden olduğunu” bilmek gerekir.
Eğer saygıya neden olan mevki ve makam ise, diploma veya unvan ise, para veya güç ise; bunlar gerçek saygı değil, sebebe dayalı saygıdır.
Dolayısıyla da sebep ortadan kalkınca, saygı da ortadan kalkar ve bu sebeplerden dolayı saygı gören, gördüğünü sana kimse cıscıbıldak ortada kalır.
Mesela, diyelim ki, bir kimse profesör olduğu için saygı görmek istiyor. Bu istek, esasta kendisine değil “profesör” unvanınadır. Ya da bir makam sahibi ise, saygıyı gören o şahıs değil makamdır. Makam gittiği gün, saygı da biter.
Dolayısıyla saygıyı gören unvan veya makamdır.
Bu elbette ayıp değildir. Olabilir yani. Ama o kişilerin de şunu bilmesi gerekir.
O unvan veya makamlar olmadan önce saygın değillerdi.
Verilmesi gereken değer şahsın bizzat kendisi, şahsiyeti ve onuru olmalıdır.
Başka bir deyişle bizzat “insan” olmasıdır.
Bu konuda Nasreddin Hocamızın güzel bir fıkrası var:
Hoca merhum, bir keresinde günlük elbisesi ile bir merasime iştirak etmişti. Eski-püskü elbise ile kimse hocaya itibar etmedi, hatta yemek sofrasına bile çağırmadılar. Hoca anladı itibarın elbiseye olduğunu... Doğru eve gitti, en yeni elbiselerini giyip geldi. Bu kere onu yepyeni kürk içinde gören halkın dikkatini çekti ve başköşeye buyur ettiler.
Hoca yemek sofrasına oturdu ve kendisi başlamadan evvel tabağa kürkünü uzatarak:
“Ye kürküm ye!” diye söylenmeye başladı. Oradakiler:
“Ne oluyor hoca efendi? Hiç kürk yemek yer mi?” dediklerinde:
“Ne münasebet! Biraz evvel yine ben burada idim. Fakat kimse buyur etmiyordu. Şimdi ise bana başköşeyi vermelerine bu kürk sebep olmuştur. Yemek onun hakkıdır” dedi.
***
Bu fıkra, kürkünden dolayı saygı görmek isteyenlere ithaf olunur.
***
Bugün bu minval üzere bir şeyler söyleyecektim. Hatta “hak edene, hak ettiği kadar değer vermek gerekir” sözünü ekleyecektim.
Sonra da “3 kuruşluk birisine 5 kuruşluk değer verirsen, aradaki 2 kuruşluk farkla seni satar” sözü ile sonlandıracaktım.
Ama baktım ki havalar çok sıcak. Bunaltıcı ve adeta delirtici şekilde yakıyor. Herkesin yeterince sıkıntısı var bir de ben kafalarını bulandırmayayım dedim ve vazgeçtim.
Eh, her deli üstünü başını yırtmaz ki…