Bir gün Hz. Ali’nin (ra) taraftarlarının yoğun olduğu Kûfe’den bir Arap, devesiyle Şam’a gelir. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yaklaşıp “O dişi deveyi bana ver.” gibi tuhaf bir istekte bulunur. Tartışma büyür ve Kûfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil erkektir” dese de bir türlü anlaşamazlar ve sorun Muaviye’ye yansır.
Halk meydanda toplanmıştır. Muaviye, Kûfe’den gelen yabancı ile onun devesine sahip çıkan Şamlı’yı dinledikten sonra kararını açıklar:
“Bu dişi deve Şamlınındır!”
Sonra meydanı dolduran kalabalığa dönüp sorar:
“Ey ahali, bu dişi deve kimindir?”
Kalabalık hep birlikte bağırır:
“Şamlınındır!”
Gördükleri karşısında şaşkınlıktan ağzı açık kalan Kufeli, haksızca elinden alınan devesinin ardından bakarken, Muaviye onu yanına çağırır:
“Ey Kûfeli dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Kûfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Mûaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”
***
İnsanların gözünü hırs bürüdüğü zaman hak ve adaletten saparak nasıl kör olduğunu anlatması bakımından ibretlik olan bu kıssa, asırlar ötesinden bugüne önemli mesajlar vermektedir.
Aynı zamanda gücün ehil olmayanların elinde olduğu zaman nasıl haktan ve adaletten ayrıldıklarını göstermesi bakımından da manidardır.
Aslında her devrin, her dönemin değişmez özelliğidir bu.
Dün, Hz. Ali döneminde erkek deveyi dişi ve Kûfelinin olan deveyi de Şamlının devesi yapan 10 bin askerin verdiği güçtür.
Bugün belki birçok insanın elinde 10 bin asker yoktur.
Ama hak ve adaleti, ehliyet ve liyakati aslından saptırıp kendi lehlerine çeviren başka güçler çıkmıştır ortaya.
Bu bazen para, bazen de mevki-makam olarak kendini gösterir.
Sesi çok çıkanın, sopası güçlü olanın haklı sayıldığı, adalet ibresinin onlardan yana olduğu bir ortamda huzur ve güvenden bahsetmenin de bir anlamı olmaz.
Huzur ve güvenin tesis edilmediği, insanların birbirine şüphe ile veya menfaat eksenli baktığı bir toplumda da istikrar ve gelişmenin imkanı yoktur.
İçinde bulunduğunuz topluma şöyle bir bakın, eğer gelişme ve istikrar beklendiği gibi değilse, mutlaka bunlardan biri vardır.
“Her devir, her iktidar veya her dönem kendi zenginini, kendi zalimini veya kendi saltanatını doğurur” sözünden hareketle günümüzde de böyle olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ancak bunu net görebilmenin bazı şartları vardır.
Evvela bu güçten herhangi bir beklentinin olmaması gerekiyor. Olursa eğer, beklentinin vermiş olduğu körlükle bir şey göremezsin.
Diğer bir şart mihenk olarak neyi kullandığındır. Eğer hak ve adaleti değil de, eş-dost ilişkisi, hemşericilik veya ideoloji gibi başka mihenkleri esas alırsan görüşün yine net olamaz.
Bunu çoğaltmak mümkün elbette.
Bu saydığım iki şartı bile yerine getirebilirsek inanın çok şeyi halletmiş oluruz.
Gücün gölgesinde seslendirilen “Ben haklıyım” veya “ben doğruyum” avazı elbette o gücün verdiği korku veya sinmişlikle yığınların kabul edişini sağlayabilir.
Bu onun haklı, adil ve doğru olmadığı gerçeğini değiştirmez.
Sadece sahip olduğu gücün etkisiyle insanların kabul etmiş göründüğünü, bunu hazmedemeyenlerin de umursamaz ve duyarsız kalmalarını sağlamıştır.
Yarın, yani gücün el değiştirdiği bir başka gün gelene, rol değişmese de aktörün değişeceği güne kadar böyle olacaktır.
Olmaması için ne mi yapmak lazım?
Yani hakkın ve adaletin gereği olarak değil de gücün ve çıkarın etkisiyle “ayağını denk al” tehdidine maruz kalmamak ve tehdidi yapanları etkisiz kılmak için ne mi yapmak lazım?
Bence siz bunun cevabını biliyorsunuz…