İlk Müslüman Türk Devletlerinden biri olan Gazneliler devletinin en büyük ve değerli hükümdarlarından biri olan ve tarihte ilk defa "sultan" adını alan Sultan Mahmud, İslamı yaymak için Hindistan'a on sekiz sefer düzenlemişti.
İşte bu seferlerden birinde çok şiddetli bir direnme ile karşılaşmış, zafer kazanacağından şüpheye düşmüştü. Tam bu zor durumda iken Allah'a şöyle yalvardı: "Ey Rabbim, bu savaştan galip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım "
Neticede Sultan Mahmud galip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu. Gazne'ye döndüklerinde elde ettikleri bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı.
Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip, "Aman Sultanım ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir fukaraya dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini ne bilecek? Üstelik devletin hazinesinin bunlara ihtiyacı var" diyorlardı.
Sultan Mahmut bunu Allah'a verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söyledi
Adamları yine itiraz ettiler: "Efendimiz önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın, bütün memleketin bunlara ihtiyacı var" dediler. Sultan Mahmut'un kafasını karıştırdılar. O zamanda Gazne'de yaşayan, doğruyu ve hakkı kellesi pahasına söylemekten çekinmeyen âlim ve fâzıl büyük bir zat vardı. Sultan Mahmud onu çağırtıp durumu anlattı ve fikrini sordu O büyük zat şöyle dedi:
"Sultanım bunda kararsızlığa düşecek bir taraf yok. Çok basit bir tercih karşısındasınız. Eğer Allah'a bir daha işiniz düşmeyecekse hemen adamlarınızın dediğini yapın, ganimetleri hazineye koyun. Ama Allah'a tekrar işiniz düşecekse verdiğiniz sözü tutun, adağınızı yerine getirin, ganimetleri yoksullara dağıtın"
***
Başımız ne zaman dara düşse, ne zaman bir sıkıntı ve bela ile karşı karşıya kalsak, sığınacak ve yardım dileyecek tek kapı olan Cenab-ı Allah’a sığınır, ondan yardım isteriz.
Bir yandan da, o ana kadar Allah’a karşı vazifelerimizde yaptığımız eksiklik ve hatalarımız gözümüzün önünde canlanır, derin bir pişmanlık ve nedamet duyarız.
İçine düştüğümüz durumdan kurtulur kurtulmaz da hepsini telafi edeceğimize ve kulluk görevimizi tam olarak yerine getireceğimize dair sözler veririz.
Kıssa da okuduğumuz gibi, başımızdaki zor anlar geçtikten sonra da sanki o sözleri veren biz değilmişiz gibi unutur gideriz.
İçimizde “yap-yapma” diye bize yön vermeye çalışan seslerin işimize gelenini duyar diğerini umursamayız.
Ta ki başka bir sıkıntıyla karşılaşana kadar.
İnsanoğlu bir garip yaratık işte.
Tekrar Allah’a işimiz düşeceğini, hayat devam ettiği müddetçe her türlü olaylarla karşılaşabileceğimizi akıl edemeyiz/akıl etmek istemeyiz.
İnsanlara karşı verdiğimiz sözlerden bir çırpıda vazgeçtiğimizden bahsetmek istemiyorum. Onların güvenini heba ettiğimizden, verdiğimiz taahhüde göre değil de işimize nasıl gelirse öyle davrandığımızdan da bahsetmek istemiyorum.
Zira Allah’a verdiği sözleri tutmayan kişiler kula verdiği sözleri hayda hayda tutmazlar.
Allah’tan korkusu olmayanın kuldan utanması olur mu hiç?
Ömür denen şey çok çabuk geçiyor.
Şöyle geriye dönüp bir bakarsak, bugüne kadar verip de tutmadığımız nice sözler, yapmamız gerekip de yapmadığımız nice vazifeler, “sonra yaparım” deyip de ertelediğimiz ama bir daha hatırlamadığımız nice görevler olduğunu görebiliriz.
İçinde bulunduğumuz mağfiret, rahmet ve bereket iklimi olan mübarek ramazan ayını fırsat bilip bu hastalıktan kurtulma çarelerini aramamız bizler için çok büyük kazanç olacaktır.
Hem Cenab-ı Allah’a karşı hem de kullarına karşı.