Sayın Abuzer Demir’e
İnsanı yazmaktan soğutan o kadar çok neden var ki hangisini yazacağımı bilemiyorum. Fikirlerin yavanlığı ve tekdüzeliği yazma şevkimi kırıyor. Yalakalıkların diz boyu olması, ekmeğe yağ sürmelerin revaçta olduğu bir dönemin allandırılıp ballandırılması beni acayip geriyor.
Oturup hiçbir şey olmamış gibi güzel günlerden bahsedersem kendimi kandırmaktan başka bir şey yapmadığımı düşünürüm, bunun vicdani yönünü de hesaba koymam gerekiyor.
Kanımca kapalı ve karanlık her yer, ben bunu karmaşık ve upuzun bir cümleye benzetiyorum. Esnek, her duruma çekilebilen bir cümle…
Yani kimine göre kapalı, kimine göre anlamsız bir cümle…
Kapalı kapılar arkasında konuşulanları bilmiyoruz, ama olup bitenlere yani yaşananlara şahidiz ve sadece olanları izliyoruz, kimsenin başka şansı kalmamış gibi. Bunları eleştiri konusu yaptığında mürekkep yalamış, kendilerince bir farkındalık yarattıklarını düşünen kişiler bile her şeyi farklı gösterip _ biraz da peşin hükümlü davranıp _ olup bitenleri görmezlikten gelebiliyorlar. Tenkit başka bir anlama dönüşmüş dillerinde.
Ne diyeceksin onlara?
Madem tüm özgürlüklerin önü açılmış(!) o halde şikayet etme hakkımız da yok doğal olarak.
Bütün bunlarla beraber dayanışma ruhumuz da zayıfladı hatta öldü bana göre. Hangi tarafı diriltmeye kalkarsan o kalıyor elinde, çürümüşlük ve kokuşmuşluk her yanı sarmış. Gelin görün ki yine de insanlar memnun hayatından. Bir söz ustası fikirlerin çarpışmasından parlak gerçeğin doğduğunu ifade eder. Bizde böyle bir kaygı yok, bırakın fikirlerin çarpışmasını neredeyse herkes her konuda hemfikir oluyor. Onun içindir ki parlak gerçeğe ulaşma kaygısını taşımıyoruz bile.
Gittikçe fikir yoksulu mu oluyoruz acaba?
Düşünün ki bir yere gidiyorsunuz, kasaba ya da ilçe fark etmiyor, estetikten yoksun iç içe geçmiş evler arasından yola benzemeyen bir yolda ilerlemeye çalışıyorsun. O dar sokaklardan her an bir çocuk arabanızın önüne fırlayacak kaygısını da taşımıyor değilsin. Bir işin düşüyor bir yere, gidip bakıyorsun hareketliliğe dair bir ip ucu yok, yani deyim yerindeyse in cin top oynuyor; orada yaşamın olmadığını düşünüyorsun adeta. Soru soruyorsun bir görevliye, başını kaldırıp yüzüne bakmıyor bile. Olumsuzlukları sıralıyorsun peş peşe, yine suratına bakan yok. Orada bulunanların yüzüne bakıyorsun, herkes rahat, yüzlerinde kaygıya dair bir işaret yok. Susmayı tercih edip aynı yollardan, hüzünlenmiş halinle dönüyorsun.
Terazinin bir yanına hüznü diğer yanına karamsarlığı koyuyorsun, ’’ Yanılmış olmayı çok isterdim.’’ diyorsun kendi kendine; ama yok, etrafına bakıyorsun her şey aynı.
İnsan aslında yaradılışı gereği kolay aşina olmuyor yeni durumlara, ama burada ters işleyen bir mantık var. Her duruma önceden hazırlıklı ve o durumu anında yaşanabilir kılan bir anlayış hakim.
Bacon bir sözünde ‘’ Sıradan şeyleri gözünüzde büyüterek mucizevi şeylere dönüştürmeyin, bunun yerine mucizevi şeyleri sıradan şeylere dönüştürün.’’ der. Bizde ise tersi bir durum söz konusu, sıradan şeyler o kadar abartılarak, mucizevi bir kimliğe büründürülerek anlatılıyor ki şaşırıp kalıyorsunuz, başka bir yerde yaşadığınızı düşünüyorsunuz. İşte bu zihniyet yaşamın direngenliğini kırıyor ve beni gerçekten mutsuz ediyor.
Kelimelerin gücüne her zaman inanlardanım, ama gelin görün ki onlar da bana bazen o limoni suratlarını gösterebiliyorlar.
Yazmak da insanı bazen mutsuz edebiliyormuş.