Ey hayat! İzin ver de yaralarım kabuk bağlasın, kendi özüme döneyim. Büyük köyler, kasabalar kurayım, yalakalığın, zorbalığın olmadığı bir mekanda son nefesimi vereyim. Yüzyıllar geçmesin aradan, tuzla buz olmasın umutlar; bir kalem bir defter yeter bana, bir de çocukluğumun kirlenmemiş hali, masumiyeti… Karlar, yağmurlar çalsın kapımı razıyım, yeter ki koltuk sevdalısına ve baş belasına çıkmasın adım.
Çocukluğumuzda, en eski zamanların hatırına usul usul kar yağardı hayatımıza, biz bir sonraki günden ödünç keder alırdık ; ama yine de mutluyduk. Çocuktuk, 20 Kasımları bilmiyorduk, Çocuk Hakları ile ilgili ne haberimiz ne de bir kaygımız olurdu. Her yıl, yaşları küçük, yürekleri büyük çocukların omuzlarına yüklenilen yükün altında ezildiklerini bilmezdik. Bir yandan işe giderken diğer yandan avucunda ve cebinde sakladığı bilyelerle yaşıtlarıyla oynama hayalini kuran çocukların trajedilerine şahit olmamıştık. Bizim dışımızda bir hayat akıyordu ve biz o hayatın ağaçlarından kelimeler toplayamıyorduk. Dilsizdik, o yüzden kelimeler hükmediyordu bize, buyurgan değildik. Kör kurşunlara hedef olan çocukların umutlarından bihaber yaşıyorduk. 25 Kasımları da bilmezdik, her gün yanı başımızda yaşayan bir kadının sevdiği ya da tanıdığı kişilerce öldürülebileceğine dair bir fikrimiz yoktu.
Bir şiir, bir yazı peşinde koşardım; uzardı masalların gölgesi, elektriksiz akşamların duvarlarına . Yuvarlak bir masayı andırırdı sobamız; etrafında biz, dizilirdik yan yana . Gazete ve kitap lükstü hayatımızda, kuyruklu yalanlara alışık değildik o yüzden.
Büyüdük, masal devrini tamamladı çocukluğum ve sonra gazete girdi hayatıma. Bir yakınım kupon biriktiriyordu ansiklopedi için. Gazetelere sonsuz güvenim vardı o zaman, zannederdim ki olan biten her şey anında, değiştirilmeden yani olduğu gibi veriliyordu. Gazete kupürlerini koparır, defter ve kitaplarımın arasına saklardım, sonraki zamanlarda çıkartıp aynı hevesle okurdum. Basın yayının bir ülkenin en önemli organı olduğunu düşünürdüm. Bir şairin şiiriyle yağmuru mırıldıyordu dudaklarım gazetenin her satırında, yarım bardak suyu bir dikişte bitirmenin mutluluğuydu yaşadıklarım. Büyüdükçe ve her geçen gün hayal kırıklıklarını yaşadıkça basına olan güvenim sarsıldı yavaş yavaş. Eski dönemlerin de yeni dönemi aratmadığını yine büyüdükçe anlıyorsunuz. Okuduğunuz kitaplar yaşanmış olaylarda basının tavrını gözler önüne serdikçe hamurun da mayanın da aynı olduğunu görüyorsunuz.
Özellikle de son zamanlarda haksızın, güçlünün yanında yer alan basını yönetilen organların başında gördükçe içim parçalanıyor. Büyük patronların istedikleri, diledikleri haberleri gündemleştirip günlerce hatta haftalarca konuşturulup kamuoyunu yanıltmada önemli görevler üstlendiğini görüp üzülmemek elde mi? Yaşanan trajedileri, katliamları saatler sonra – o da izin verilirse - halkla paylaşıp ve çoğunlukla halkı yanıltma başarısını gösteren basının ne derece bağımsız olduğuna siz karar verin. Hele de hedef gösterilen bir kitle ya da kişiyse vay onun haline! Tüm basın ağız birliği yapmışçasına aynı telden çalma başarısını gösterebiliyor. Geçen günlerde Ahmet Kaya ile ilgili o dönemde basında yer alan haberleri bir televizyon programında izledikçe ülkemizde basının ne denli büyük ve önemli görevler üstlendiğini rahatlıkla görebiliyorsun. Birkaç yıldır da o dönemin gazete manşetlerini nefret sözcükleri ile süsleyen kocaman yazarlar, haberciler günah çıkartma yarışına girmişler.
Yine büyüdükçe anlıyorsunuz her trene binilmeyeceğini, aslında her trenin de seni kabul etmeyeceğini. Ötekileştirmenin, öteki diye gösterilmenin ekmeğine yağ sürüldüğü bir dönemin saltanatı kime kalır bilinmez ama yine de güzel günleri umut etmekten başka çaren kalmıyor.