Soraya çaresizliğin, bahtsızlığın, iftiraya kurban gitmenin adıdır.
Soraya güç ve inanç savaşında kadın kimliğinden dolayı kurban seçilmenin adıdır.
Soraya gün görmemişliğin, şiddetin bir tanımıdır aslında.
Film ABD yapımı dramatik bir film. Filmin adı, filmin içeriği hakkında az çok bilgi veriyor. Herkesin garip bir hikayesi vardır; ama bu zalimliğin, çaresizliğin, vahşiliğin, acı çektirerek katledilmenin gerçek öyküsüdür. Tematik olan bu filmi izlerken bir mucize beklemiyordum, çünkü filmin ismi, o zamana kadar recm edilerek öldürülen kadınların hayatını hatırlatır mahiyetteydi zaten. Şimdiye kadar izlediğim filmlerde beni en çok etkileyen ‘’ Bu film gerçek bir hayat öyküsünden esinlenerek yazılmıştır.’’ cümlesidir. O zaman daha çok hüzünleniyorum, insani yanımın öfkesi kabarıyor. Günün birinde herhangi bir ülkede bir insanın öyle bir acıyı yaşamış olması beni kahrediyor.
Filmin konusuna gelince; olay İran’da şeriat usullerine göre yönetilen küçük bir köyde geçiyor. Muhtarı, mollası ya da şeyhi karar mercii durumundalar. Köy dışarıya kapalıdır, olup biten her şey köy sınırları içinde kalmalı anlayışı köyde söz sahibi olanlara istediklerini yapma fırsatı vermektedir. Böyle küçük yerlerde dedikodu yapmak ve onu yaymak daha kolaydır. Hele de kadının kocası tarafından bir söylem dillendirilmişse bu gerçektir, diğerleri de buna bir şekilde inandırılır. Kadına verilmeyen değerle, bir erkeğin kadınsız yapamayacağı çelişkisi film boyunca işlenmiş. Öyle ki ölen bir kadını daha toprağa vermeden, kocasının tek başına yapamayacağını, evlendirilmesi gerektiği bu anlayışın tipik bir örneğidir.
Ali, Soraya ( Sürayya)’nın kocasıdır. Hukuki boşlukları iyi bilen, aynı zamanda zaafları olan biridir. Politik davranır, ikiyüzlüdür. Gönlü, çocuk denilecek yaşta bir kıza düşmüştür ( Kız 14 yaşındadır.) Kızla evlenmesinin yolu karısından boşanmaktır. Karısı buna razı olmaz, kocasını sevdiğinden değil ( ki koca kendisine sürekli şiddet uygulayan birisidir.), çaresizlikten, çocuklarına bakamayacak durumda olmasındandır. Koca ise bu çıkmazını çözmede gecikmez, karısı kendisinden boşanmazsa nafaka ödeyecektir, bu onu maddi yönden zorlayacaktır. Karısını zinayla suçlarsa, zinanın cezası recmdir. Karısı ölürse nafaka ödemek zorunda kalmayacaktır. Bu çirkin planını mollaya söyler, mollanın da kirli bir geçmişi olduğunu Ali iyi bilmektedir. Bu kirliliğin ortaya çıkmaması için ortak hareket ederler.
Bu küçük yerde kadını karalamak, toplumun, babasının, çocuklarının gözünde küçük düşürmek , kadına suçu atfedip onu kötü bellemek yani suçu kadına mal etmek daha kolaydır. Hiç kimse eğlenceye, zevke, kadına düşkün bir kocayı sorgulamaz ne hikmetse. Kadının zina yaptığı fikri yayılır köyde, böyle bir durumda şeriat kurallarına göre ‘inanan’ herkes şahitlik yapabilir. Kocası ve molla yalancı şahitlik işini de hallederler, buna muhtarı da inandırırlar.
Karar verilir: Sürayya zina yapmıştır, zina suçtur, cezası ise recm’dir. Köyün çocuklarına taş toplattırılır. Kitle büyük bir nefretle recmin gerçekleşeceği alana gelir, içlerinden birinin yüreğinde insanlığa dair bir kırıntı varsa bile cemaatin korkusundan sessiz kalmayı tercih eder. Öfkeli, adeta burnundan soluyan kitleleri kontrol etmek güçtür, zaten kimsenin o kitleyi kontrol etmek gibi bir niyeti de yoktur. Molla ‘‘ Ona atacağınız her taşla haysiyetinizi kurtaracaksınız. ’’ der ve kitleyi daha da tahrik eder.
Soraya beyazlar içinde taşlanmaya giderken bile gururludur , masumiyetin verdiği bir gurur olsa gerek. Taşlanır, al kanlara bürünür ama yine masumiyetinden ve gururundan bir şey eksilmez.
İlk taşı Sürayya’nın babası atar, sonra gözü dönmüş koca sanki yılların değil, asırların hıncını alırcasına - ve öncesinde onu hiç dövmemiş gibi- eline aldığı taşları fırlatır. Daha sonra sırası kime gelir biliyor musunuz?
Çocuklarına, yani erkek çocuklarına… Herhalde bir annenin dünyada görmek isteyemeyeceği tek sahnedir. Ve onlar annelerini kötü kadın diye taşlayıp mazilerine bu ‘’ kötülenen kadını’’ gömme talihsizliğini gösterirler.
Ve kalabalık…
Kalabalık ise taş atma yarışına girip, o yarıştan muzaffer çıkmış hilebazların edasıyla utanç madalyalarını boyunlarına takar ve köylüler gece boyunca kutlama yapar. Soraya’nın cesedi de nehrin kıyısına atılır. Köpeklerden arta kalan kırık kemikleri Zehra tarafından bir beze sarılır.
Bozulan arabasından dolayı o köye yolu düşen bir gazeteci, Zehra’yı umutlandırır, bu olayın saklı , yapanın yanında kar kalmaması ve bir de Soraya’ ya söz verdiği için Zehra tüm yaşananları gazeteciye anlatır, taşlandıktan sadece bir gün sonra Soraya’ya iftira atıldığı ortaya çıkar.
Erkek egemen bir zihniyetin ve acayip inançların hükmettiği savaşta bir ‘hiç’ ve ‘zevk’ uğruna Soraya kurban seçilir ve yok edilir
Hak aramak ne kelime, haksızlığa uğramış bir kadını savunmak bile günaha girmekle eşdeğer tutulur.
Özellikle dünyaya kapalı toplumların, inançlarını kötü emellerine aracı kılma anlayışına yabancı değiliz. Hele din gibi kutsallık atfedilen ve kesinlikle tartışmaya kapalı olguları korumaya alan zihniyeti sorgulamak başlı başına bir iştir. Mollalarla, şeyhlerle yönetilen ve kadının her türlü haktan mahrum olduğu, hatta insan bile sayılmadığı ülkelerde 25 Kasım neyi ifade eder ki? Zaten filmin bir yerinde ‘’Kocanızın her türlü hakkı var üzerinizde, hem de her türlü, bunu siz de biliyorsunuz .’’ diyen bir molladan hak hukuk beklemek fazla lükse girer sanırım.
Filmde kadının çaresizliği ve bu çaresizliğin onun hayatına nasıl mal olduğu dramatik bir şekilde işlenmiş.
Cehaletin inançla birleştiği, erkeklere dilediğini yapma hakkının verildiği bir anlayış Soraya’nın kocasına ‘’ Bu dünya erkeklerindir, bunu asla unutmayın oğullarım.’’ dedirtir filmin bir karesinde.
Bu cümle her şeyi özetlemiyor mu?
Bu film herkes tarafından izlenmelidir.