İnsan isterse yaşamını değiştirebilir, deyip küçük ve kimseyi korkutmayan adımlarla odanı arşınlıyorsun.
Gürültü ve karmaşanın ortasında oturup her şeyin bizim dışımızda akmasını istemek çok fazla bencillik olur, diyorsun. Sandalyende geriye yaslanıp eline bir kitap alıyorsun, evire çevire bakıyorsun, dudak büküyorsun önce yine de okumaya karar veriyorsun. İki günde kitabı bitiriyorsun. Düşüncelerin seni bu sefer de yanıltmıyor . Her ne kadar , öncesinde ’’ Bu bir ön yargıdır.’’ desen de, yanılmıyorsun. Sadece yanılmış olmayı diliyorsun.
Yanlı yazılan bir kitabın yazarına içten içe kızıyorsun. Daha ilk cümlede seni hayal kırıklığına uğratıyor.
Yaşam bu, diyorsun kendi kendine; bu arenada güçlülerin, güçsüzleri yenmenin yollarını aradığını ve bunları mantıklı, anlaşılır sebeplere dayandıklarını bir kez daha anlıyorsun.
Tarih de böyle değil mi?
Birilerinin canı sıkılıyor yerlerinde, yaratıcı veya üretken olamama kompleksini yenemiyorlar, bunu yenemedikleri için de kendilerini başka alanlarda sergileme yoluna gidiyorlar. Kolay dolduruşa gelebilecek biri(leri)ni meydana salıyorlar ve onlar, öyle şeyler anlatıyorlar ki yılarca aynı kapıların kederini paylaşanlar bile birbirlerine art niyet besleyebiliyor. Yaşadıkları, paylaştıkları onlara bir şeyler anlatmıyor. Duydukları, ön yargıları, okuyamadıkları, bilmedikleri ve sadece duydukları onlara kırk yıllık komşusunu düşman gösterebiliyor.
Sonra bütün bunlar ‘’ Halkın arasına nifak sokmak’la tanım buluyor sokakta. İşte o zaman daha da geriliyorsun. Hadi diyelim yetişkinler kötüydü, ya çocuklar, ya yürüyemeyecek durumdaki yaşlılar, ya henüz anne karnında gerçek dünyanın çirkefliğinden bihaber olanlar… Onlarla derdin, paylaşamadıkların neydi? diye soruyorsun.
Tüm bunları düşünüp isyan bayrağını çekiyorsun.
Ne vardı sanki bir şeyler de tersine dönse, diye düşünüyorsun.
Yerlerinden, yurtlarından zorla kopartılan, yani göçe zorlatılan insanların dramına kelimeler aracılığıyla şahit oluyorsun. Dünyanın herhangi bir yeri de olsa onların acılarını paylaşıyorsun.
Üzülüyorsun.
Gözlerinde biriken yaşlar satırlara eşlik ediyor.
Çocukların savaştan uzak ve her şeyi bir oyun olarak görme anlayışları arada gülümsemeni sağlıyor.
Her dem çocuk kalsam, diyorsun.
Ve birileri kalkıp zalimlik edenlere övgüler sıralıyor, o insanlara sadece acıyorsun ve asıl onları zavallı görüyorsun. Kelle koparmanın yiğitlikle eş değer gören anlayışları topyekün reddediyorsun.
Ne zamana kadar gözlerini kapalı tutacaksın, diyorsun.
Dördüncü mevsimin dışına uzanıyorsun, ezilmişlerin yurduna sen de bir çul seriyorsun. Her şey benim olsun, herkes benden olsun, bir tek ben olayım, yok. Bir ekmeğin kardeşçe bölüşüldüğü dünyaya uzanıp mutlu oluyorsun.
Sen de bu dünyanın insanısın, herkesin bari bir ağaç kadar yaşama hakkı olsun, diyorsun. Birileri bunu bile çok görebiliyor.
Sonra… Sonra 14 Şubat Sevgililer Günü’nün sevgisizliğinden ve samimiyetsizliğinden dem vuruyorsun. Tüketim çılgınlığına ve yozlaşan sevgiye karşı ses tonunu yükseltiyorsun. Tüketim çılgınlığı ile 1-2 metrelik karda yazlık çadırlarda hayatını sürdüren Vanlıları düşünüyorsun. İkisini yan yana koyup irkiliyorsun.
Derken feminist kadınların bu gün ile ilgili ‘’ Erkeklerin sevgisi ger gün 3 kadını öldürüyor.’’ ve ‘’ Öldüren sevgi istemiyoruz.’’ sloganlarına takılıp işte, 14 Şubat’a alternatif sözler deyip o günün tüm sayfalarını kapatıyorsun.
* Attila ilhan’ın mısrası