Bilinmez bir dünyanın içindeyim sanki, bütün yaşananları üst üste koyuyorum ve diyorum ki : Bütün bu olanlar garip bir rüya , bunlar nerede yaşanmış olsaydı taş taş üstünde kalmazdı. Adaletin keyfiyetini de kanıksar olduk ya toplumca , onunla ilgili ne yazılırsa, çizilirse bir anlamı yok artık. Bilir misin iki acı tarafı var hayatın ; birincisi, kağıttan umutlar yapıp sele verip ne yaptıklarını bilmeyenlerin dramı; ikincisi, bir avuçta toplanan ve sonra bölünen hayatların her şeye rağmen birilerine körü körüne bağlanma hevesiyle tutuşanların trajikomik halleri… Her ikisinde de sonuç aynı : Herkes zamanında yaptı yapacağını, bizimki de yapsın ne var?
Her seçim döneminde savaş tanrılarına, tanrıçalarına kurban edilir tüm umutlar. Her bayram öncesinde kurbanlarını bekleyenler bayram arifesinde amaçlarına erişmenin mutluluğunu yaşarken onlara kurban adayanların da yalana kanmaktan başka çareleri, dahası başka bir arayışları da yok. Egemenleri tatmin etmek adına birbiriyle yarışan kalabalıkların yapay gülüşleri çenelerine yapışıyor.
Başlangıçta saf bir masumiyetin gölgesinde yeşerir her şey, sonra yapay mağduriyetlerle saltanatını devam ettirme çabası güç verir egemenlere. Ayakkabısı olmayan ve elinde bir parça kuru ekmekle bir yabancının kamerasına takılan çocuğun görüntüleri yani onun açlık tokluk hali ilgilendirmiyor ne Firavun’u ne de Muaviye’yi.
Harabeye dönüştürülen şehirlerin çığlıkları görmezden gelindi. Sürekli savaş hali krizi yaratılarak zeytin dalı uzatılmadı ellerini uzatan çocuklara. Çünkü onlar ‘çocuk’ değildi egemenlerin gözünde, ne de olsa ‘ kaçakçılar’dı, öldürülebilir, davaları kapatılabilirdi, nihayetinde öyle de oldu.
Hrant Dink’in adalet bekleyen gözlerine yerleşen hüzün ondan değil midir?
Dar, kalabalık sokaklar…. Yapılar eğreti, birbirine yapışan balkonlarda sesler birbirine karışıyor. Derin bir uğultu, anlamsız mırıldanmalar…. O kahrolası büyük yalnızlığın içinde adaleti arayan yanım vazgeçmiyor hevesinden..
Tanrı büyük yetenekler vermiş birilerine, diyorum yoldan geçenlerin bomboş bakışları arasında. Dokunsam da oralı olmayacak, yolsuzluklara, adaletsizliklere acayip bir hoşgörü örgüsü örülmüş . Nerde, nasıl bir yerde yaşadığımı sorgulayıp duruyorum.
Kader’in kadersizliği yansıyor büyük aynalara, kimse kendisine bakmak istemiyor oradan. Baksalar, kendilerinden bir parça görmelerinden korkuyorlar. Aileye göre Kader’in yaşı 12 değil de 14 imiş ( ! ) . Trajediye bir yenisi ekleniyor, 12 yaş çocukluk yaşı da 14 sanki olgunluk yaşı. Ülkemizde o kadar çok Kader var ki…. Kelimeler onların kadersizliği karşısında kifayetsiz kalıyor.
Gecenin bir yarısı, yazdığım oyuna dönüyorum . ‘ Kralın Dansı’ adlı oyunuma . Kader’den sonra oyuna dönmek acıtıyor kalbimi. Kader’in kapısını adalet neden hiç çalmadı, diye merak ediyorum.
Kral elindekiyle yetinmeyip ömrü boyunca tahtta kalan Firavunları kendilerine örnek alarak yaşamın derinliklerine inmeye hazırlanıyordu. Karşısına bir şair çıktı, kral oldum olası şairlerden, düşünen insanlardan, kısacası kalemle fırçayla işi olanları sevmezdi. Yan gözle şaire baktı : ‘’ Nesin sen, kimsin? diye sordu. .
‘ Ben şairim.’ cevabını alan kral durmuş, tepeden tırnağa süzmüş, yüzünden kendisini metheden bir anlam çıkaramayınca ruhunu okumaya çalışmış şairin. Şair ne işle uğraştığını gülümseyerek söyledi krala. Kelimelerin ruhunu okşadığını, maddi ve manevi dünyanın büyük anahtarının kelimelerin elinde olduğunu söyleyince kralın suratı asıldı. Kral dudak büktü, alaycı bir tavır takınıp oradan uzaklaştı. Çünkü o kelimelerde adalet vardı, Kader vardı, o kelimelerin gizemini öğrenme fırsatı verilmiş olsaydı Kaderler intihar etmeyecekti .