Geçenlerde Ankara Polatlı’da mevsimlik işçilerin dramını anlatan bir olay yansıdı ekranlara. Çılgınca akan çayda asma köprünün yıkılması sonucu dört işçi sele kapılmış ve sele kapılanlardan biri de çocuk işçiymiş. Bu hikayelere yabancı değiliz, biliyorsunuz.
Biri diğerinin felaketini hazırlamış adeta. Günlerce yağan yağmur, yağmurun hışmına uğrayan çaylar, dereler... Ve bunların da hışmına uğrayan derme çatma bir köprü… O da hızını alamamış tüm hırsını işçilerden çıkartmış. Onların zor da olsa hayata tutundukları dalını da kopartmış acımasızca.
Mevsim başladı yine…
Hayat kimilerine öyle acımasız davranıyor ki yıkım, ölüm, kaza , afetler gibi ne var ne yok hepsi onların kaderine işliyor. Bizim de payımıza düşen onların kaza haberlerini, talihsizliklerini yazmak oluyor.
Yazanlar çizenler, onların haberini yapanlar hep değişiyor değişecek de, bir tek onların çilesi değişmiyor, değişmeyecek gibi görünüyor da.
Sonra…
Sonra kış gelecek ve yaşananlar unutulacak, unutmak her zaman işimize yarıyor, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi davranılacak. Ta ki yeni bir felaket haberi kapıyı çalıncaya, yeni hayatlar sayfalardan, nüfus kütüklerinden silinceye dek.
Bir Ayşe ya da Fatma, hadi Mehmet olsun adları , kim olduklarının ne önemi var; bir ‘’vardı’’ ile başlayan cümlemiz,’’ Daha küçücüktü, yazık oldu.’’ ile biter. Ya sizin komşunuzdu ya da benim komşumdu onlar. Bilirsiniz herkesin, her kesimin çocukları değil, hani şu çabuk büyüyen çocuklardan, hayatın kara yüzünü çabuk tanıyanlardan, yükünü erken taşıyanlardan.
Tanımadınız mı daha? Aşk olsun size, darıldım vallahi!
Adları farklı olsa da hepsinin dramı aynıdır: Gün doğumu gün batımı fark etmez onlar için, bir ekmek parası kazanabilmenin telaşıdır bu kavramlar. Erkenden koyulurlar yola, büyükleriyle el ele, kol kola büyük adımlar atmaya çalışsalar da henüz yürekleri küçücüktür, henüz büyümemişlerdir. Her şeyden biraz mahrum bırakılmış yani kötü olan her durumdan nasibini almış çocuklar.
Sağlık, soysal, eğitim hakkı gibi haklar pek uğramamış onların semtine. Bu kavramlara bir anlam yüklenilmiyor günlük hayatlarında. Yarısında bırakılır her şey, oyun çağlarını bıraktıkları gibi. Hatta bazen ekmekleri de yarım bırakılır; kimi devrilen bir kamyonun kasasında, kimi asma köprülerde, kimi bir minibüste üst üste oturulmuş vaziyette takılır kameralara .
Sonrası malum ekmekleri gibi yaşamları da yarım bırakılır, hepsi bir hikayenin kurmaca kahramanları gibi dolanır dilimize.
Bir çocuk anlatmıştı bana mevsimlik göç hikayesini. Bir çadırda on iki kişilik bir ailenin çektiği sıkıntıları gülümseyerek, kırık ve çürük dişlerini göstererek bir çırpıda anlatıvermişti. Kelimeler jet hızıyla dalıyordu diğer çocukların yaşamına, şikayet ederek değil; yüreğini ortaya koyarak anlatmıştı hikayesini. Çadırın ortasında serilen bir döşeğe herkes ancak başını koyarak vücutları yere gelecek şekilde yatıyorlarmış. Öyle on iki kişiye on iki yatak götürecek halleri yoktu ya! Hatta biri diğerine kimin kafasının büyük olduğunu , daha fazla yer tuttuğunu anlatıp şakalaşıyorlarmış.
Ya kızlar? Onların yükü daha da ağırlaşıyormuş bu anlamsız hayat koşullarında. Tarladan arta kalan zamanlarını çadırdaki işlere ayırtıp tarla sabinin vicdanı ile çadır arasında bir koşuşturma yaşıyorlarmış.
Neden çalıştıklarını biliyorlar şüphesiz; ama niçin yaşadıklarının şifresi verilmemişti onlara.