Çocuk…
İnsanın yaşamda umudu varsa yaşam güzeldir. İnsan, kapısının önünden geçerken bir kuşun bıraktığı telekle dağın eteğine çökmüş sislerde bile cenneti arar.
Savunmasızlığıyla aç yırtıcıların pençesine düşüp can veren çocuk(lar)…
Seni her defasında hatırlamak ve hatırladıkça pişkin, ikiyüzlü suratlara senin bir masal kahramanı olmadığını, etinle kemiğinle inadını bu toprakların bağrında yeşerdiğini söyleyebilmek…
Kaç kış geçti, kaç bahar yaşandı? Bizim penceremizden bakıldığında kolaydır, zamanı tespih taneleri gibi saymak . Bir de annene sor, kışa dönen yazları; kara, doluya gebe dağları. Bir parça yangını alsak da o yürekte, küllenmeyecek o acı her daim yanacak, dokunduğu her camda izleri kalacak.
Yüreğine dokunabilme cesaretimiz var mı dersin? Hayat sana öğrettiklerini acımasızca omuzlarına yükledi, Biz dışardan seni izlemekle yetindik. Yükünün bir parçasını omuzlarımıza almak istemedik. Daha önemli ( !) işlerimiz vardı. Masa başında oturup burjuvaziye soyunan yanımızla kadeh kaldırdık yahut perdelerin arkasına gizlenip inanç tüccarlığına soyunduk. İşimize geldiğinde dünyanın herhangi bir ucundaki insanların dramına ortak olmaya çalıştık; işimize gelmediğinde yanı başımızda olup bitenlere gözlerimizi kapatıp, kulaklarımıza pamuk tıkadık. Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş ya! Kapımızdan ırak olan gönlümüzden daha da ırakmış meğer.
Savaş…
Acılar içinde bir hayat, fikriyle değil, hükmüyle bu hayatı yönetenlere bahtiyarlık sunar, altın tepsi içinde. Savaş dinmek bilmeyen arzularımızın sonu gelmeyen durağıdır.
Barış…
Dünyayı fikriyle yönetmek isteyenlerin onurlu duruşuna davetiye çıkartır. Bu ahlaki aynı zamanda çetrefilli yol bilgelerin işidir. Senin şaşkın biraz da ürkmüş gözlerinde yeşerir ancak bu onurlu duruş.
Sen henüz yolun başındaydın, tercih hakkı bile vermediler . Kalem mi, mermi mi diye sorsalardı sana, eminim kalem derdin. Çünkü hiçbir çocuk büyüklerin kirli oyununun bir parçası olan mermiyi sevmez. Kaleme yeni ısınmıştın ki, onu kırıp hayallerini de yok ettiler. Kırılan kalemler alfabeye de küser.
Oysa ömrün bir makarnanın pişirme süresine erişti. Her yılın bir dakikaya eşitlendi, eşitlendirildi. 12 veya 13 yıl gözlerini açıp kapadın., hepsi 12- 13 dakikaydı sanki, bir makarnanın pişirme süresi kadar.
Bir masal kahramanı değildin, üstelik capcanlıydın; takipsizlik kararıyla bir masala dönüştürdüler hikayeni. Amaçları bir var’mışlarla, yok’muşlarla kapatmaktı olup bitenleri.
Koca koca adamların çocuğu olsaydın ölmeyecektin, öldürülmeyecektin. Ne yolun bir patikaya düşerdi ne de mayınlı bir araziye. Pembe ayakkabıların, kurdelen , kucak dolusu bebeklerinle pembe bir dünyada yaşayacaktın. Annen peşinden koşup, aman çocuğuna bir şey olmasın diye bir dakika bile gözünü senden ayırmayacaktı.
Mışıl mışıl uyuyan çocuklarımızın kokusunu içimize çekerken her yönüyle ‘bizim’ dediğimiz, kimsenin ayak basmasına izin vermediğimiz bir dünyanın kapısına koca bir kilit daha vurduk. Bencillikti bu kilidin adı. Bencilliğimiz çoğalıp akarken ‘ empati’ duygumuz çorak topraklara dönüştü ve her yeni bahara sırt çevirdi. Bencillik ekmeğimize sürülen yağ olurken sen de bencilliğimizin kurbanı oldun.