Yağmur yağarsa mutlu olur, gökkuşağının tüm renkleri avuçlarımı okşayıp dans edecek sanırdım. Oysa şimdi dışarıda yağmur var, yağmurun şiddetiyle yarışan vahşet kol geziyor sokaklarda, sınır boylarında.
Kadınlar, çocuklar uykularının en güzel yerinde uyanıverdiler bir gün. Etraf kuşatılmış, tetikler çekilmiş, pazarlıklar yapılmış. Korkularından yola düştüler gece yarısı, rüyaları da bölündü bedenleri gibi. Sınırın bir tarafında toprakları,evleri, umutları ; diğer tarafında ise sefaletleri, çaresizlikleri, yalnızlıkları kaldı.
Her şey yazılıyor, çiziliyor koca seslerle; bazıları pencerelerini karartırken, bazıları az da olsa bir ışık yaymaya çalışıyor. Anlatılanlar bize o kadar uzak geliyor ki sanki bu coğrafyada yaşamıyormuşuz, savaş hiç kapımızı çalmayacak gibi. Başımızın altına koyduğumuz yumuşacık yastık sanki yerini bir gün bir ayakkabıya ya da bükülüp başın altına konulan bir kola bırakmayacak gibi.
İsyanın çığlıkları yayılıyor dumanlar arasında, göz gözü görmüyor fakat yürekler bir o kadar yakın. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar yürekleriyle birbirlerine yaslanmışlar ortak kaderi paylaştıkları yerlerde. Haykırışlar,bağırışlar birbirine karışıyor sınırın her iki tarafında. Sınırı ayıran teller de kıymetlendi sömürgeler arasında.
Kadınlar, çocuklar yürüyor bilinmeze doğru, ağıtlar aynı ağırlıkta çıkıyor dudaklardan, lanet okunuyor gözlerden. Tarihin tanıklık ettiği vahşetler tekerrür ediyor bu coğrafyada. Yollarda kaçırılan kadınlar -özellikle genç kızlar - tacize, tecavüze uğruyorlar, barbarların ellerine düşmektense kaçıyorlar, intihar ediyorlar. Kaçmaya fırsat bulamayanlar satılıyor Musul pazarında üçüncü, beşinci eş ya da köle olarak .
Bazı yerlerde ise vahşette sınır tanımayan erkek egosu savaşan kadınların cesareti karşısında ne yapacağını bilemez duruma gelmiştir. Bu şaşkınlık onları daha da vahşileştirmiştir.
Sırtlarında hayat taşıyor kadınlar, hayatlarının en değerli varlıkları olan çocukları kaybolmasın diye. Ellerinde, kollarında, omuzlarında küçücük eller… Ellerine sığdıramadıklarını, omuzlarına alamadıklarını iple dolamışlar bellerine. Çocukları üşütmesin, titremesin diye yürekleri ile üzerlerine kapanan kadınların göz yaşları dinmiyor. Hava ayaz, buz kesiyor umutlar.. Yaklaşan kış mevsimi hiçbir zaman bu denli düşündürtmemişti kimseyi. Yollar uzun, yollar tükenmiyor yürümekle, keyiften değil, çaresizlikten. Yere serilmiş bir battaniyede yer bulanlar neredeyse kendilerini şanslı ( ! ) hissediyorlar. Göç kafileleri yollarda ölüm ile kalım savaşındaki ince yerde duruyorlar, çoktan anlamını yitirmiş gülümsemeler; o ince çizginin detaylarında arıyorlar kaybettiklerini.
Önce Şengal, sonra Kobane…
Göç yollarında kadınlar, elleri ellerinde çocuklar ve bir çıkmaza doğru gidiyorlar. Hiçbir savaşın nedeni değildi onlar ama tüm savaşların kurbanı oluveriyorlar. Hayatlarını, umutlarını misliyle tükettiler, tıpkı onlara hayatı çok görenler gibi. Her şeye ‘’ misli’’yle karşılık verilecek denildi , kadınların katli de, çocuklarınki de… Söyleyenler farklı olsa da zihniyetler aynı.
Patrick Madiano’yu izliyorum, gözleriyle uzağa değil, yakın tarihe işaret ediyor. Nazi işgalinin Fransa üzerindeki etkisini ele alan eserleriyle tanınıyor. Ödülü ona verenler ”Hatıra sanatını akıl almaz insan hikayelerini dile getirmekte ve işgal altında hayatı ortaya çıkarmakta kullanışından dolayı ödüllendirdiklerini” söylüyorlar.
20. yüzyılın soykırım mirasından insanlık tarihi ders alır da bir daha soykırıma yönelmezler diye düşünüyor insan doğal olarak. En büyük yalanımızla ‘’ umut etmekle ‘’ başladık 21. Yüzyıla, değişmedi dünya, yine katliamların gölgesinde geçiyor günler.
Her katliam sonrası rahat koltuklarımıza yaslanıp sözüm ona analistlerin dünyayı kurtarışlarını izliyoruz. Savaşın bitmesini istemekle yetiniyoruz sıcacık yuvalarımızda.
Dışarıda yağmur yağıyor, kadınlar ve çocuklar sokakta…