Sizin de kayıp bir şehriniz vardır , kendinizi bir sınıra ait hissetmeme durumunu yaratan bir şehir…
Kimi zaman alaylara ya da öfkelere kimi zaman da yaşamla inatlaşan düşüncelerin başkenti olan şehirlerden bahsediyorum.
Kayıp şehirler giriyor düşlerime uzun zamandır; sürekli kırılgan bir zemine oturtulan düşüncelerimin bir gerçekliği var . Büyütülmemiş, büyümesine izin verilmemiş bir çocuğun düşlerinde akan hayattır ve aktıkça da önüne set çekilen berrak sular gibidir onlar. Bu set her çekilişinde biraz daha kirletilir su. Bakmayın öyle yavan öykülerle bizi uyutanlara, öyle basmakalıp sözlerle bize çölde at koşturanlara. Gerçeklik ya da gerçekler karartılamıyor, gün gibi karşımıza çıkıyor
İnsanın hem doğaya hem cinslerine karşı düşmanca bir tutumun sergilendiği bir dönemde yapay gündemler oluşturup ya da kaset savaşlarıyla gerçekleri karartıp insanları rüyalarında bile tehdit eden bir anlayışın sarmalında gün geçiriyoruz. Saldırgan bir tavırla gündemde kalmayı kutsal sayan bir zihniyetin gölgesinde dinlenmek boş bir hayal gibidir. Zaman zaman iyi niyet bestelerinin yapıldığı ve iç yüzünün her defasında ortaya çıktığı durumun analizini yapmak artık sıkıcı geliyor. Nerede, ne zaman hangi tınılar eşliğinde hangi yüzün gülümseyeceğini bilemiyorsun. Bu da insanı ciddi anlamda yoruyor. Hayatı iyi bir ‘’baht’’ ve gerisini de ‘’ taht’’ olarak görenlerin dışında her kesimdeki insanların rahatsızlığı görmezden geliniyor.
Hayatın başka bir alternatifi yok maalesef, yoksa kısa süreliğine de olsa masallar ülkesine sığınırdık. Hiç olmazsa her gün yakamıza yapışan ya da yapıştırılan yalanlardan kurtulurduk. Hoşbeş ve bomboş röportajlara sığınıp kendini ‘’çok mutlu’’ addedenlerin yapay yüz hatlarını görmek zorunda kalmazdık..
Hani mavi bir zaman dilimiydi, her şey yerli yerindeydi, tıpkı bir şiirdeki kelimelerin dizilişi gibiydi hayat. Güllük gülistanlık bahçelerde serin ağaçların gölgelerinde insanlar sütlü bir kahve ile tatlı yorgunluklarını alıyorlardı. Hastaya hastane, yolcuya yol, falcıya da bol para veriliyordu minnetsiz.
Sabah kalkıyorsun, eskilerden bir şarkı bırakmıyor peşine. Aslında sorun çocuk, genç ya da yetişkin olma durumu değildir. Kabalıklardan yola çıkarak hükmetme arzusunu tepeden tırnağa hissettirendir seni yoran ve ümitsizliğe düşüren.
Bir başka pencereden bu filmi izleyelim:
Doğuyorsun, evin, yurdun bu diyorlar; biraz büyüyorsun, nasıl büyüdüğüne kendin de şaşarak, atını söğüt dalına bağla diyorlar.
Dal inceciktir, kırılırsa ne yapayım, diyorsun; kendi işini kendin hallet diyorlar.
Henüz büyümedim, bırakın çocukluğumu yaşayayım, diyorsun. Bizde çocuklar çabuk büyür diyorlar. Omzuna taşıyamayacağın yükü koyuyorlar, ona bile itiraz edemeyecek durum geliyorsun.
En saf yönümle ağlamak istiyorum diyorsun, tepeden tırnağa hainsin diyorlar.
Ne kadar çetrefilli bir işmiş yaşamak diyorum, konuşma, buna hakkın yok diyorlar.
Çocukluğumuzun tüm evreleriyle siyaset anlayışımız aynı havanda dövüldüğü için ortak yönler oldukça fazladır. Değersizleşme duygusu bizi hayattan soğutup işe yaramaz hale getiriyor. Aşırı sorumluluk ise erken bunalıma girmemize ve her şeye burnumuzu sokmamıza neden oluyor.
Bizde sınır yok; sınırı, bizi değersizleştirenler koyuyor. Gerçekten hayatımız matrak bir filmi andırıyor değil mi?