Her hikayenin ayrı bir ağırlığı var savaş mağdurlarının sırtında. Yola çıkanlar, çıkmayı becerenler yokluklarını, yoksulluklarını, acılarını sırtlayıp dökülmüşler bir bir. Nereye nasıl varılacağı belli olmayan bir yol. Kayıplarına küçücük çocuklarını ekleyip giden bir annenin gözyaşları, yakarışları her şeyi ifade ediyor. Beyaz saçlı bir kadın dövünüyor, belli ki vatanından ayrılmak zor geliyor. Ya yitip gidenler ? Kim soracak kayıplarının akıbetini ?
Umut… Umuda, güzel günlere dair yazı yazmak koca bir yalan. Adalet duygusunun iyice zayıfladığı hatta çoğu yerde koptuğu bir zamanı şişirmek olsa olsa riyakarlıktır. Oturduğunuz yerden koca koca gazetelere göz attığınızda her şeyin güllük gülistanlık olduğu hissine kapılırsınız. Kendilerince devasa bir canavar yaratıp topluma bunu rahatlıkla kabullendirenlerin Ortadoğu’da kaynayan kazandan ellerinin yanmayacağını düşündükleri apaçıktır. Basın- yayın bütün bunlardan uzak durmaya çalışsa da o yangın bir şekilde tüm insanları etkileyecektir.
Gelgelelim çetelere, çete hikayelerine… Karar vericiler yani hükmedenler, egemenler, binbir kargaşanın, savaşın yegane mimarları tarafından yaratıldı çeteler. Biri karar verdi, biri şekillendirdi, biri büyüttü, biri besledi, biri de ortaya saldı. Gövdelerinden ayrılan kollar, bacaklar, insan başları…. Nice tecavüzler, taciz ve hakaretler… Tüm bu olup bitenler karşısında savaş çığırtkanları önce körler ve sağırları oynadı, sonra bu tip çetelerin nerde - nasıl ortaya çıktığından, güçlerinden bahsettiler. Onları şekillendirirken bu kadar güçlü ve acımasız olacaklarını planlayamamışlar herhalde! Uluslar arası sivil toplum örgütleri de en başta sessiz kalmayı tercih etti, adında ‘’ sivil’’ kavramı olunca beklentiye girdik doğal olarak. Yukarıda da belirttiğim gibi basın yayını söylemeye gerek yok; patronları neyi isterse o manşetlerine taşıyıp göz boyamaya çalıştılar ve kısmen de başarılı oldular.
Savaşlara, acılara inanç üzerinden yaklaşmak ve kimlik kazandırmak bir kişinin tümüyle insani duygulardan tamamen arındırıldığının göstergesidir. Aslında toplumsal olayların hemen hemen hepsinde yaşananlara kılıf uydurduğumuzdan , onları belli yerlere iliştirdiğimizden gerçeklere objektif yaklaşmakta zorlanıyoruz. Ha Filistinli olmuş ha Ezidi… Yaşadıkları, trajedileri aynı, farklı olan bizim bakış açımız ve ön yargılarımız. Neden birileri bizden oluyor da diğeri bilmem kaç mil ötede kalıyor?
Bu coğrafyada bir başka derinliğin gerçeği çığlık atıyor bedenlerde. Yok etmeye çalışanlarla yok olmamak için direnen çocukların, kadınların ve gençlerin ahı aynı seslerle çınlatıyor kulakları, biz ise farklı nağmelerde arıyoruz aynı sesleri. Orta yaşlı bir adam, ellerinde ekmek, ekmeğin üstünde biber… Belli ki halinden memnun, başını yukarı kaldırıp lüks bir dairenin penceresine sarkıtılan Filistin bayrağına bakıyor. Sesinin tonuna ayar verip dinden, imandan, ortak kaderden bahsediyor. İnanç birliğinin öneminden dem vuruyor. O günlerde de Şengal katliamının vahşeti kulaktan kulağa sessizce ve kimsesizce yayılıyor. Şengal unutuluyor o dillerde, küçük seslerle giriyor kimilerinin rüyalarına. Hani ya ‘’ insan olmak ‘’ sevmek için yeterliydi. Nasıl da koca bir yalanmış! Pazar yerinde Filistin için bağırarak yorum yapan gencin maalesef umurunda olmuyor Şengal.
Acının adı değişmiyor: Katliam ya da soykırım. Acının soy ve inanç boyutu bizde değişiyor. ‘’ Bizden’’ ve ‘’ benden’’ mantığı her gün farklı bir şekilde hortluyor. Zenginlik olarak gördüğümüz inançlarımız, etnik yapımız olaylar karşısında zenginliğini yitirip insafsızlaşıyor. Bebeklerin, çocukların sadece yürekleri değil dudakları da titriyor korkudan. Bu korkunun nedenlerinden biri de insafsızlığımız, onlara uzanamayacaklarını düşündükleri ellerimiz. Şaşkın bakışlarla annelerinin sırtlarında ölüm kalım yolculuğuna çıktıklarını onlar da biliyor. Mevsimler de şaşırmış ve kahrolası zebaniler gibi çullanmış yola çıkanların üstüne.