Sosyal çözülme her geçen gün farklı bir kılıfla karşımıza çıkıyor. Acımasız yüzüyle dehşet saçıp sokak aralarına, oradan da evlerimizin içine damlıyor. Öyle yapışkan ki kapıdan kovdukça bacadan girmeye çalışıyor ve yapıştığı yakaları bir türlü bırakmıyor. Linç kültürü internet illeti ile birleşince tehlikenin sınırı da maalesef çizilemiyor. Onu, beyni uyuşturan, insanların düşünmelerine fırsat tanımayan, hayatı hazdan ve hazıra konmaktan, hayalden ibaret sayan diziler takip etmekte. Bir yandan sistemli bir şekilde yoksullaştırılan halkın, diğer yandan tahammül sınırlarını işgal eden parazitlerin, savaşı andıran tutumları etrafımızı çoktan sarmış durumda.
Hangisi daha dramatik diye sormuyorum bile. Toplumsal karmaşanın neden olduğu kaygılar aldı başını gidiyor, bazı durumlarda yüzlere yansıyan izler kolayca silinmeyecek gibi.. Artık emek harcamanın mı hazıra konmanın mı daha makbul olduğu düşüncesi sorgulanmıyor . Birilerinin canı mı sıkılıyor, artık kolayı var; vur birini, öldür ötekini, birilerini dilendir sokaklarda, cebinde bıçak, silah satır olsun. Birisi yan mı baktı sana meydan senin, tokatla tokatlayabildiğin kadar.
Korkunç bir hal almaya başladı insanlar, güvensizlik diz boyu, rüyalarımızda bile şiddeti görür olduk. Olayların sokak boyutuna baktığımızda içimiz ürperiyor. Medeniyetle ilgili kavramların bir cendereye sıkıştırıldığını görmek insanı sadece üzmekle kalmıyor güzel yarınlara dair tüm özlemlerini de silip süpürüyor.
İnsan, yani yeryüzünün riyakar mimarı… Bir taraftan güllük gülistanlık, cennet misali yerler, yaşantılar, bir tarafta şiddetle beslenen, şiddeti sokağa taşıyan, linç etme kültürüyle takdir toplayan bir yapılanma sunuyor bizlere.
Önce Manisa’da sonra da Edirne’de yaşananlara televizyonlar aracılığı ile tanık olduk. Rayında gitmeyen işlerin faturası kesiliyor veya kestiriliyor. Örnekler günbegün çoğalıyor.
Edirne’de yaşananlara bir bakın.
Sokakta eylem yapan gençlerden biri, bir genç kız,… Kalabalıktan biri saldırıyor genç kıza, saçlarından tutup yere yuvarlıyor, sonra sağdan soldan tekme, tokat, sille… Yine kalabalıktan biri: ‘’Vur, vur, bırakma.’’ diyor. Üç tokat beş tokat vurdun da , ne kazandın? Ya da farz et ki daha da ileri gidip onu öldürdün, ne kazanacaktın? Hangi kahramanlık madalyasını boynuna takacaktın? Hem bir insanı linç edecek, yok edecek kadar kini hangi vasıflarında saklı tutuyorsun, hangi genine işlenmiş insanlık utancı, anlayamıyorum. Farz et ki karşındaki insan bir suçlu ona saldırma, onu linç etme hakkını sana kim ya da ne veriyor?
Bir genç sürücü, trafikte başka bir sürücüyle tartışıyor. Genç sürücü az ilerde bir benzin istasyonunda duruyor. Derken trafikte tartıştığı diğer sürücü yanına ekibini de alarak gencin etrafını çepeçevre sarıyor. Demir çubuklarla genci öldüresiye dövüyorlar, sanki yıllarca birikmiş öfke demir çubuklardan fışkırıyor. Oradan geçenler ise sadece bakmakla yetiniyor.
Yaşamın hangi karesinden bakarsanız bakın insanlığın tümden unutulduğunu, insafın devre dışı kaldığını gösteren bir örnek sadece .
Dilendiricilik yapmadığı için öldüresiye dövülen ve ölüme terk edilen beş yaşındaki çocuğun dramını bir düşünün hele.
Bir çocuk düşünün ki çamaşır ipi boynunda, bir eli kesilmiş, vücudunun çeşitli yerlerinde kesikler mevcut. Temizlik görevlileri onu önce maket zannediyorlar, yanına gidince durumunu fark ediyorlar ve onun bir çocuk olduğunu anlıyorlar.
Bunlar işin görünen kısmı ve sadece birer örnek. Ya işin bilinmeyen, görünmeyen tarafında neler var? İşin korkunç tarafı ise şiddetin aranılan, tercih edilen bir gıda maddesi gibi toplum saflarında yerini almasıdır. Ne yazık ki şiddetin son kullanma tarihi bilinmemektedir.