Büyük bir hevesle başlıyorsunuz yeni güne, güne kattıklarınızla sevinip mutlu olayım derken yüzünüzü kara çıkartıyor tüm besledikleriniz. Ayakta alkışlanırken dünyanın efendileri sınırın diğer tarafında yaşanıyor büyük acılar. Acıları paylaşmak yetmiyor efendiler!
İçinde oburların, insan olmakla yetinmeyenlerin, büyük kalabalıkların olduğu dünya! Tasarlayarak ve bilerek adam öldürmenin kokusu sinmiş kalbine. Kalp yok! Duygulara ait tüm yollar kapatılmış. Kış tufanı mı dersin? Evet, evet aynen kış tufanı… Affı yoktur bilesin, daha sonbaharın tadına bile varamadı ömrümüz.
Sıraya konulmuş ölüm halleri, dostluklar artık para etmiyor. İşçiler ölüyor, kadınlar, çocuklar… Nasıl anlatılır ki zulüm günleri? Deniz coşmuş, dalgalara pas vermiyor giderayak. Bütün kainat sürünüyor sürüngenler misali.
Zaman deneyimsiz değil, laflarla yürümüyor peynir gemisi. Çocuklar da yağmurda, soğukta kollarını iki yana açıp öğreniyorlar savaşları. Tüm sıkıntılar çadırlarda boy vermiş, avuçlarında biriktirdikleri göz yaşlarının hesabını soramıyorlar. II. Dünya Savaşı’nın mirasına konanlar hortladı, zalimliği bitmedi hala, toprağa serptiği zehir fideleri yeniden yeşeriyor bu coğrafyada. Buz gibi soğuk işlemiş duygulara, fırtınalar bile geri kalmış durumda.
Şehirler cıvıl cıvıl değil artık, yanıyor hayatın bağrı; her gece başka kışları yaşıyor sokaklar, parklar. Yeryüzünün asilliği ölçülüyor toplarla, bombalarla. Temiz bir ölüm yok, boylu boyunca uzanmıyor ölüler; her bir uzvu bir yerde, kayboluyorlar gecelerde.
İşçiler, işçiler… Herkesten çok çalışıp biriktirdiklerini kefene yatıran işçiler! Ah! Onlarca, binlerce işçinin omzunda yükselen binalar kaldırıyor başını güneşe karşı. Her defasında bir kat daha yükselebilmek sevdasıyla. Umurunda mı yarım kalan hayatlar. Nereden gelmiş olacaklar ki işçiler ? Sağdan, soldan ; doğudan, batıdan… Umut, kaliteli yaşam , çocuklar, kadınlar onların nesi olur ki? Yeter ki gölge düşmesin yatırımlarına, marka değeri kazanmış adlarına. Ahmet, Mehmet ölmüşse ne yazar? Ha kot taşlarken ölmüşsün, ha beton yığınları arasında can vermişsin. Ha Soma’da karaların kara’sında yitirmişsin her şeyini, ha tarım işçisi olmuşsun… ‘’ ‘’ ‘’Önce can güvenliği .’’ düşüncesi binanın temelini atar atmaz yerini ‘’ canınız çıkıncaya kadar çalışmaya ‘’ bırakır. Çocuklar siyah renginin tonlarında konar babalarının mirasına. Sonra ‘’ yazık oldu, baharındaydı hayatının ‘’ cümlesi eklenir belki de mezar taşına. Bir evi olmayacak örneğin, dizdiği her tuğlanın yapısını bilecek, hatta biraz mühendislik, mimari de öğrenecek diplomalılardan. Ama yine de kimse işçinin sağlığını, güvenliğini düşünmeyecek . Soma unutulmasın dedik ya, hepsi yalandı ; çoktan unutuldu Soma. Madende, tersanede, tarımda, göç yollarında her gün verilen kayıpları üst üste koyun , kayıplar ordusu kayıplar şehrine döner. Tedavülden kalkmış bir paranın bile değeri varken onuruyla çalışan bir işçinin önemi yok.
Binlerce kilometre uzaktan gelmiyor top sesleri. Yanı başımızda uykular bölünüyor ve ne kadar da uzakta hissediyoruz kendimizi. Cansız bir tabiat, kuraklık ve her gece inleyen tabiat ananın ağrıyan başı… Kin ve öfke büyüyor, varlığını kalıcı kılmak için önüne kattığı her şeyi yok ediyor.