İnsan yaşadığı yere benzermiş, bu söz ilk söylendiğinde hepimiz için biraz abartılı görünebilir. İnsan yaşadıkça öğreniyormuş meğer. Şehir, ilçe, kasaba, köy… fark etmez, zamanla yaşadığı eve bile benzeyebiliyor insan. Bakış açımızın bir yansımasıdır duvarlarımızdaki boyalar ve ona sinen gölgemiz. Balkonlarımız, pencerelerimiz, balkonda sarkıtılan çamaşırlarımız, hatta ve hatta duvarımıza astığımız takvimler bile bize benzer. Allah aşkına bir de takvimin yanı başında üç beş çiviyle duvara çaktığımız ve düşmesine hiçbir şekilde izin vermediğimiz aile fotoğraf(lar)ımıza iyice bakın, evde tatlı bir telaş içinde kaybettiklerimizle yarıştığımızı görürsünüz.
Yaşadığımız yere bir bakın, bir türküye benziyor değil mi? (Komik bir benzetme.) Karmakarışık bir türkü…. Gah uzun havadır gönüllerde gah oynak bir hava, hüzün ve sevinçlerle beslenmiş. İnsanın psikolojine göre şekillenip mıh gibi saplanıyor yüreğimize. Bu türküde bir parça masal bulmanız olasıdır: Bir varmış, bir yokmuş’larla süslenen.
Aşk karın doyurur mu bilemiyorum; fakat yapılan işlerden insanlarımızın karnının doymadığı bir gerçek. Hatta yenilenlerin karın ağrısı yaptığı da inkar edilemez. Bir başka gerçek de gittikçe zenginleşen ve genelden kopan bir kesimin kendilerince elit bir tabaka oluşturma gayretidir( Parayla sınıf atlama herhalde tek bizde vardır.) . Devasa olmasa da binalar yükseliyor bir bir, zannedersiniz ki yaşam kalitesi artmış, şehir farklı bir canlılık kazanmış. 110 veya 120 metre karelik alanlara sığamaz olduk, 200’den aşağısı kurtarmıyor artık. Kimin bir kuruşluk neyi varsa eve, arsaya yatırım yapıyor. Parayı dönüştürme, ticarete yatırma, iş sahası yaratma ve işsiz gençleri istihdam etme gayesi yok bu şehirde . Ev kirasını geçim aracı olarak görme anlayışı engellenemez bir tembellik yaratmış Adıyaman’da . Çelişkiye bakın ki bir taraftan yükselen binalar yani inşaat sektöründeki gelişmeler, bir taraftan diğer illere en çok mevsimlik işçi gönderme olayı. Halk arasında bu durum nasıl izah ediliyor, onu gerçekten bilemiyorum.
Elbetteki bu durum sadece Adıyaman’a özgü değildir. fakat gönül ister ki insanın yaşadığı şehirde yaşam kalitesi yüksek olsun, küçük de olsa ekonomik hamlelerin ardı arkası kesilmesin. İyi dileklerde bulunmayla bir şehir kalkınmıyor maalesef.
Seçim yaklaşıyor, sosyal devlet anlayışı gereği yapılan yardımlar(!) yine konuşuluyor. Aç ve tok’un halleri anlatılıyor dost meclislerinde, inanç sofralarında. Bir elin verdiğini diğerinin görmeme anlayışı etrafında şekilleniyor tüm hikayeler. Gerçekte ise bir elin verdiğini tüm ülke biliyor. Kamera kayıtta, herkes bir anlığına hanımefendi ya da beyefendi olup iyilik meleği misali omuzlarımıza konuveriyor. Daha önce kimlere, nasıl yardım yapıldığı anlatılıyor, kameramanın gözü, kuzu kuzu her şeyi dinleyen insanlarda, oynatılan kaşın bile görüntüsü gözden kaçmıyor.
Seçim döneminde de yardımseverlik duygularımız daha da kabarıyor milletçe. Gittikçe, tanınır, bilinir bireyler oluyoruz toplumda. Meydanlarda vaatlerimizi sıralıyoruz ve seçilme durumunda yapacaklarımızın kabarık bir listesini çıkartıyoruz.
Derken gün geliyor aday oluyoruz, güllük gülistanlık bir şehir ya da ülke vaadinden vazgeçmiyoruz. Seçildikten sonra her şeyi unutup başkalarının avukatlığına soyunuyoruz. Bunun artısı ya da olumlu yanı dört beş yılda bir, üç dört aylık da olsa insanların hayal dünyalarında mesut yaşamalarını sağlıyoruz. Ama neticede Adıyaman değişmiyor, ırgat bir kent olma unvanını kimseye kaptırmıyor.
Sonuç: Mart da olsa mevsim sonbahara oynuyor, kışlara gebe toprak ve poyraz esiyor cicili bicili sandığımız dünyamıza. Biz de yandan çarklı dünyanın bir köyünde ebediyen misafir kalma telaşını yaşıyoruz, ev sahibinin pek memnun olmayan haline bakıp baharın tez gelmesi için medet umuyoruz.