Sanatsal faaliyetler yaşamımızda hava gibi su gibi temel gereksinim olarak görülmeli. Gerçek sanatçıların birikimlerinden, ürünlerinden yararlanmak ayrıcalıklı bir sınıfın hakkı olmamalı. Ülkemizde kültürel ve sanatsal etkinlikleri halka in(dir)me noktasında ciddi problemler var. Bu yüzden sanat ile sanatçı, sanatçı ile halk arasında bir kopukluk meydana geliyor. Sanata direk ulaşamayan, o havayı solumayan halk, sanatsal ihtiyacını kendilerini sözüm ona sanatçı olarak gören ya da gösteren kişilerden alıyor. Bu sebepten ön yargılara kapılmak ya da bu yargılarla beslenmek daha kolay oluyor.
Sanat aslında alternatif bir politik mücadeledir ve sanatın ruhunda aykırılık vardır. Sanatçıyı yücelten de, değer verdiren de bu aykırılıklardan beslenmesidir. Sanata yönelen diller gerçekten sanatı ölçüt almalı, sanatçıyı hedef tahtasına oturtmamalılar. Bizde ise maalesef tersi bir durum söz konusudur ve bu da çok çabuk istismar konusu olabiliyor. Bunun örneklerinden biri de Ahmet Kaya olayıdır.
Düşünün ki masalarda koca koca adamlar ve çoğu , müzik tarihi açısında bir anlam ifade etmeseler de, halk arasında sanatçı(!) olarak biliniyorlar. Bazı kelimeleri tekellerine alıp avazı çıktığı kadar bağırıyorlar ve linç kültürünün oluşmasına kendilerince katkıda (!) bulunuyorlar. Bazı basın yayın mensupları da onlardan geri kalmadıklarını göstermek ve vatan aşkıyla yanıp tutuştukların herkese göstermek istediklerinden gazete manşetlerini o güzelim sözlerle(!) süslemeyi ihmal etmiyorlar.
Ne değişti? Ne kazanıldı?
Çok şey değişti zamanla; fakat kaybedilenler daha ağır oldu.
Ahmet Kaya’nın ölümünden sonra bazıları yaptıklarından pişmanlık duysa da söylemleri onu sevenler ve ailesi için bir anlam ifade eder mi, bilemiyorum. Çünkü bir sanatçının en verimli döneminde onu ülkesinden, sevdiklerinden, her şeyden önce sanatı için beslenme kaynağından kopartmak hangi vicdanlara sığar onu da bilemiyorum. Pişmanlık ve özür bir hayatı ya da hayatları geri getiremiyor. Ölüm insanlara yaşamı öğretmemelidir bence, tersi de olabilmeli.
Bir sanatçı yaptıklarıyla bir ülkenin hem içe hem dışa açılan penceresidir, görmek ve bakmak istediğinizde onun her daim aydınlık olduğunu görürsünüz.
Dar, kof düşüncelerle pencereden baktığınız zaman ise sadece görmek istediklerinizi görürsünüz. Yaratmak istediğinizin gölgesi yansır düşlerinize. Ve nitekim bazı belleklerde kimi sanatçıların ‘’ suçlu’’ bulunmasının nedeni budur.
Çoğu zaman anılar, yağmalanmış şehirlerden notalarla, tınılarla karşımıza çıkar. Kim tarafından nasıl bestelenmişse öyle tutturulur teraneler. Kelimeler dağılır sahipsizlikten, düş kırıklıkları içinde yuvarlanır. Böylelikle başkaları hakkında konuşmak da yargıya varmak da çok kolay olabiliyor. Hele de karanlık dönem ya da kişiler onun hakkında her türlü rezilliğe, kepazeliğe onay veriyorsa… Bu çağda insanların, kendilerinden birini zavallı ve kimsesiz bir yaşama itmesi insanın yüreğini gerçekten burkuyor.
Aradan tam on yıl geçmiş, daha dün gibi kaybedilmiş bir hayatın terekesinde birikmiş mısralar baş kaldırıyor, unutturulmak istense de . Asi ve çocuksu hikayelerin ortasında gülen bir yüz, tüm küstahlıklardan arınmış duru bir su gibi akıyor Ahmet Kaya.
Sanatçı nedir ya da kimdir’den çok, ne yer ne içer, nerelerde gezer,yatar’ı merak ettiğimizden magazin programlarını dört gözle bekliyoruz. Magazin programlarında boy göstermeyen bir sanatçının yıldızı pek parlak olmuyor ülkemizde. Hangi sanatçının zamana yenildiğini, hangisinin zamanın ötesine geçtiğini elbette tarih , er ya da geç, gösterecektir. Güdük kalan kelimelerle anlatılmıyor kahramanlık., kelimeler bazen güdük kahramanlar yaratıyor. Geçmişte Ahmet Kaya ile ilgili, milli(!) hislerle beslenerek, aşırı çoşku halini gazete manşetlerine taşıyan kişilerin güdük halleri herkes tarafından biliniyor artık.
İnsan nelere tanık olmuyor ki… Hele bir gülmeyi unutsun yüzü, hele bir vatansızlıktan üşüsün yüreği…