Eskiden beri “mukaddes yolculuk” diye birçok yazı okumuş, birçok televizyon programları izlemiştim. Genel olarak kutsal topraklardaki manevi duygulardan, ilahi mekânlardan bahsedilirdi.
Zaten kaide olarak da özelikle güzelliklerden bahsedilir. Bahsedilmesi de gereklidir. Mamafih her ne kadar zorluklar yaşanmışsa da görevler yerine getirildikten sonra hele hele o yoğun ve ulvi duygular tadıldıktan sonra hiçbir zorluk akıldan kalmıyor. İsterse Kâbe’ye ulaşılana kadar vücudunuz işkence düzeneklerinden geçsin o muhteşem mabedi gördüğünüz an ve her namaz kıldığınız vakit hiçbir şey hatıra gelmez. Hele bir de Kâbe’yi ilk kez görüyorsanız…
Önce şu tespiti yapmak lazım: Hac’ın en önemli özeliklerinden birisi, belki de farz olmasının önemli hikmetlerinden birisi İslam âleminin birbirleriyle kaynaşması, her çeşit insanların aynı mekânda buluşması, Birbiriyle gurur duyması ve mahşer gönünün ufak bir provasının yapılmasıdır.
Şöyle yüksek bir tepeye çıktığınızda sel gibi akan milyonlarca insanın, Kâbe’nin dört tarafında o nazargah-ı ilahiye’ye el kaldırıp hepsinin aynı şeyi istemesinin verdiği güven duygusu bir müminin mutlaka yaşamsının gerekliliğini anlıyor, cenabı hakkın duaların asla çevrilmediği bu mekânda, en uygun şartlarda yapılan bu yakarışların asla boşa geçmeyeceği gerçeğiyle mutmain olup, Allah’a şükredip, bu muhteşem hakikate vesile olan o Resul-ü Zişan’a salâvat getiriyorsunuz.
Resmi olarak 5 milyon gayri resmi olarak da en az 7-8 milyon insanın Arafat meydanında aynı anda aynı hislerle aynı şeyleri istemesi için dergahı ilahiye’ye açılan ellerin aynı duaya istisnasız her müminin gözlerinden akan gözyaşları eşliğinde amin demesi ve bunun sonucunda ve başta cenabı hak ve sonra Resulü Kibriya’sının müjdesiyle Arafat’ta bütün günahlardan sıyrılıp anasından doğduğu ilk gün gibi her kesin bizzat hissederek yaşaması, yaşanan bütün sıkıntılara fazlasıyla değdiğini kalbinizle ikrar ediyorsunuz.
Gerçekten muhteşem bir hadise…
Yeryüzünde hiçbir din bu kadar insanı böylesi şartlarda bir araya getirmediği gibi, hiçbir dini mabet bu ihtişama sahip olmamıştır.
Öyle sanıyorum ki bu manzarayı sadece Müslümanlar değil, hangi dine ve düşünceye mensup olursa olsun kim görse asla tereddüt etmeden teslim olacaktır.
Görür gibi inanmak bu olsa gerek…
*
Sağımı solumu tanıdığımdan bu yana babamın İslam’ın şartlarını kulağıma fısıldadığını ve bana ezberlettiğini hatırlıyorum.
Şartları sayarken biriside “hac’a gitmek” ti...
Ta o yaştan beri hac’a gitmeyi sadece beş maddeden birisi olarak düşünüyor, benden çok uzakmış gibi algılıyordum.
Ayrıca sanki sadece yaşlılara has bir ibadet’ti.
Maddi bir külfeti beraberinde getirdiği için hem zengin olmak hem de yaşlı olmak gerekiyordu.
Bu algı her ne kadar son on yılda biraz kırıldı ise de hala yaşadığım toplumun ekserisinde hâkimdi.
Böylece benim gibi birçok insan, gücü yettiği halde aklına bile getirmiyordu.
Tabi bu yorum başta kendi dünyam ve çevremde gördüğüm kadarıyla geçerlidir.
Çok hassas Müslümanların olduğunu ve gitmek için can atanların bulunduğunu da unutmamak gereklidir.
Kim bilir belki de bu algı ta 1910 dan 1950 yıllarına kadar Türkiye’den hiçbir hacının bu topraklara gelmemesi, yani 1910dan cumhuriyet kurulana kadar savaşlar sebebiyle gidilmemesi cumhuriyetten sonra ise devlet politikası olarak hac yollarının kapatılması sebebiyle oluşmuştur.
Her neyse genel kanı olarak; hani ölümü hatırladığımızda hiçbir zaman kendi üzerimize almadığımız gibi hac farzından bahsedildiği zamana da tıpkı onun gibi sanki bizden uzakmış gibi düşünüp yaşayıp gidiyorduk.
Ta ki bana bir telefon gelene kadar.
Telefonun ucundaki ses kadim dostum Ekrem Bingöl’e aitti;
-“Kardeş! Şirkette boş bir kontenjan vardı adını yazdım hazırlan birlikte hacca gidiyoruz.”
Bu telefon la birlikte bir anda bütün dünyam bütün duygularım değişmişti.
Hesaplarımın arasında hiç yoktu. Havsalam da hiç yoktu. Görünürde hiç yoktu. maddetende en zayıf bir zamanımdı.
Dostum daha önce 5 defa gittiği halde hiç aklına gelmemiştim.
Bu sefer beni çağırıyordu…
Peki, neden şimdi?
Birden hac duyguları beynime üşüştü;
Bu yolculuk “lebbeyk Allahımma lebbeyk” ile başlar.
Yani “buyur Allah’ım buyur”
Öyle ise Allah çağırıyor.
O zaman ne haddime… Eğer o çağırıyorsa durmak ne haddime… Eğer o çağırıyorsa maddi zorluk da neymiş…
O andan sonra her şey farklılaşmıştı.
Bediüzzaman hac farizası en avam bir mümini velayet derecesine çıkartır demişti.
Eğer Allah çağırmışsa o makama ulaşmak demektir.
Eğer Allah çağırmışsa kendi nazargahında kendi evinde seni misafir edecek demektir.
Ona buyur dememek ne haddime…
Sonra sanki kafama bir balyoz inmişti; biz Müslüman’ız Elhamdülillah… Hac ise Müslüman olmanın bir şartıydı.
Sanki ilk kez bu şartın varlığını kabul ediyordum.
Sanki bir uykudan uyanmış gibiydim.
Yahu bir Müslüman için namaz kılmanın mecburiyeti kadar kati olan bir hac farizası da var.
Neden şimdiye kadar hep geri plana itilmişti?
Gerçekten cevap bulmaktan zorluk çekiyordum.
Derken insan zaman zaman çok farklı duyguların atmosferine giriyor.
Hacca gitme ihtimalinden dolayı daha önce yaptığınız birçok masum hatayı bile yapamaz oluyorsun.
Zira haccın sorumluluğunu o andan itibaren taşıyorsun.
Hele hele Allaha misafir olacağını düşününce daha farklı bir şekilde ibadetlere sarılıyorsun.
Velhasıl bambaşka bir insan oluyor bambaşka gözlerle hayata bakıyorsun.
Allahın dostluğunu daha yakından hissediyorsun.
İşte o zaman içinde şöyle bir haykırış geliyor:
Ey dünya! Ey kâinat! Ey melekler! Ben Allahın evine gidiyorum…
Hakikaten bu duyguyu tüm Müslümanların yaşaması gerekiyor.
Rabbim her mümine nasip etsin inşallah…