"Avrupa'yı tanımamak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu
lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?"(Cemil Meriç)
Hayat acımasız çıkmazlarla doludur gibi gözükür ama kaderin hükmünü
bir tülü kavrayamayız.
Aldatan adam ile aldanan adam aynı kişi olunca mekanistik varlıklar
gibi aynı prizden şarj olmak zorunluluğu doğar.
"Şeker fabrikası senin neyine ben sana en ucuz yoldan şeker satarım."
Bir adam düşünün bir odaya konulmuş bir deneye tabi tutulacak:
Haydi, yürü diye bir komut geldiğinde adım atacağı yerde önüne bir
ayna konulduğunda ve ardından duvar resmi değiştiğinde epey yol
yürüdüğünü sanacaktır.
Tıpkı sinemada Süpermen'in uçtuğu gibi...
Eh Tanzimat'tan cumhuriyete ve cumhuriyetten günümüze ne kadar yol
almışız sizce?
*
İsterseniz bir iç sorgulaması yapalım:
Mesela biz ülke olarak Avrupa ve Amerika'ya dost olduğumuzdan beri
nasıl bir kazancımız olmuştur?
Yahut da şöyle soralım: kazandıklarımız mı çok kaybettiklerimiz mi?
Amerika'yla ve onun la birlikte israil'le dost olmasaydık başımıza
ne tür çoraplar örülürdü sizce?
Tarih sahnesinden silinecek miydik?
İhtilaller ülkesi mi olacaktık?
Diktatörlükle mi yönetilecektik?
İç savaş mı geçirecektik?
70 sente muhtaç mı olacaktık?
Askeri bir rejimle mi yönetilecektik?
Demokrasiye hasret mi kalacaktık?
Hakikaten söyleyin Amerika'ya bağlı olmasaydık bunların hangileri
başımıza gelecekti?
Yani Amerika'ya dost olmamanın günümüzdeki karşılığı yukarda
saydıklarım ve buna benzer sayamadıklarım maddelerin hışmına uğramamak
mıdır gerçekten?
Peki, en az 1950 den bu yana bunlarla müttefikiz, dostuz bir
dediğini iki etmeyiz/etmedik, buna rağmen bu maddelerin hangisini
yaşamadık ve yaşamıyoruz.
Ben söyleyeyim:
Sadece tarih sahnesinden silinmedik. Zaten bunu becermediler.
Nitekim kurtuluş savaşında bir avuç suda boğmak istemişlerdi. Aç
sırtlanlar gibi dört tarafımıza saldırdılar. Ellerinden gelen her şeyi
yaptılar. Allah'ın izniyle küllerimizden doğmuştuk.
Onun dışında hepsinin içten içe hatta acısını çekerek yaşadık ve
hala yaşıyoruz.
Peki, bu gün bize düşman olsalar daha başka hangi kötülükleri dokunur?
Bu yazıyı Sayın Mehmet Ali Birand'ın Amerika gezisinde yazdığı yazı
serisine istinaden yazdım.
O yazıları okuyunca "eyvah ne yapıyoruz biz?" diye içten bir korku
insanı sarıyor.
Acaba biz çok büyük bir konum mu kaybediyoruz diye insanı bir telaş sarıyor.
Oysa böyle basit bir iç hesaplaşma yaptığımızda hiç de göründüğü
gibi olmadığını anlıyoruz.
Hiçbir zaman ekstra bir kazancımız olmamış ki kaybedince korkalım.
Zaten yapabilecekleri tüm kötülükleri yapmışlar.
Öyle ise bu psikoloji de neyin nesi.
*
Çocukluğumda büyüklerimiz her gece masal anlatırlardı.
Hele o uzun kış gecelerinde evin büyüğünün etrafında halka
oluşturur büyük bir iştiyakla anlatılan masalı dinlerdik.
Her gece farklı bir kahraman olur Kaf dağını defalarca geçerdik.
Masal dedim de şimdiki çocuklar aklıma geldi.
Zavallılar o muhteşem hayal dünyasından mahrumlar.
Her birisi bir robot olmuş sınav sorularıyla boğuşuyorlar.
Her neyse bu konuyu başka bir yazıya havale edip anlatmak istediğim
meseleye dönelim.
İşte o zaman hemen hemen her hikâyede hikâye kahramanı bir bilge
kişiye denk gelir ve bilge kişinin ilk nasihati şu olurdu:
"sakın güneşin battığı yere doğru gitme"
Çünkü güneşin battığı yerlerdeki memleketlerde kalleşlik olur
bencillik olu egoizm olurdu.
İnsan beş paraya satılırdı.
Nitekim son üç yüz yıldır bilge kişilerin nasihatini unuttuğumuz
için güneşin battığı yerin karakteri dünyamızı sarmış bizi bizden alıp
götürmüşlerdi.
Ne yazık ki insanlığı onlar yönetir oldu.
Artık yüzümüzü güneşe dönme zamanı gelmedi mi dersiniz?
Yiğit düştüğü yerden kalkar misali Türkiye yüzünü doğuya çevirmiş
bırakın belki kendimizi bulabiliriz.