-"Yok, be bir şey yok gelirken "gırık" a takıldım da onu öğrenmek istiyorum anlat hele"
Dığır Hasan anlatmaya başlar:
-"Atalarımız anlatırlardı. Eskiden bizim köyümüz bu gölün kapladığı alanın ortasındaymış. Bir ara köylüler o kadar azıtmışlar ki, hiç bir komşu diğer komşusuna güvenemez olmuş. Kim bir fırsat bulursa çevresine yapabileceği en büyük zararı veriyormuş. Bu halde iken bir gün Hızır Aleyhiselam bir fakir kılığında köye gelmiş. Akşama kadar tek tek evleri gezmiş hiç kimse ne bir parça ekmek vermiş nede kimse misafir etmiş. En nihayet akşama doğru köyün çobanının evine gelmiş. Çoban bunu kabul etmiş. O gece sabaha doğru önce bir öküz böğürmesi benzeri sesler duyulmuş. Sanki bu ses yerin dibinden geliyormuş. Derken sabah namazına doğru her kes derin uykuda iken her taraftan sular fışkırmaya başlamış. Hemen hemen tüm köy halkı evleriyle birlikte sulara gark olurken, sadece çobanın evi batmamış. Onun evi işte öyle bir tepeye dönüşmüş ve o tepenin üzerinde ise yeryüzünde ne kadar yemiş varsa yeşermeye başlamış. Daha sonra çobanın ailesi ile o sabah namaza kalkan bir kaç kişi boğulmaktan kurtulunca onlarda geliyorlar bu köyümüzü kuruyorlar. Zaten onun için bu köyümüzün adı da Abdulharab olarak kalmış.
Ayrıca Hızır aleyhiselam çobana demiş:
-"Bu senin evinin bulunduğu tepede yeryüzünün tüm yemişleri yeşerecektir. Fakat bu yeşerme buradaki topluluğun ahlakiyle orantılı olacaktır. Ahlak bozuldukça yemişler azalacaktır. Bu tepedeki yemiş sayısına bakıp toplumunuzu değerlendirebileceksiniz."
Sofi Bekir mest olmuştu. Tüm benliğini saran bir havf ile birlikte vücudu diken diken olmuştu. Bu korkuyu hayatı boyunca tatmamıştı. Bu ilahi gazabın verdiği garip bir korkuydu.
"Peki" dedi.
-"Şu anda acaba ne tür yemişler var orada?"
"Epey var ama büyüklerimizin anlattığına göre yarısından çoğu kurumuştur. Bu senede ben bir kaç ağacın daha kuruduğuna şahit oldum."
Sofi Bekir:
-"Demek toplum gittikçe kötüye gidiyor. Allah sonumuzu hayretsin."
Sofi Bekir bir an derin derin düşündü.
Henüz çocuk yaşındaydı. Dedesi şeyh Muhhamed'i hatırladı.
Şeyh tüm çocuklarını toplamış onlara şu nasihati veriyordu.
"Oğullarım, emri vaki er-geç gerçekleşecektir. Öyle sanıyorum ki kısa zamanda âşık olduğum Resulullah'ın âlemine göç edeceğim. Sizlere son tavsiyem şudur: Sakın ha öyle toplumun işlediği ortak günahlara bulaşmayın. Ne zamanki toplum çoğunluk olarak yanlış yollara sapar yanlışlar doğruymuş gibi yapılırsa sizler onlardan ayrılın. Onlar gibi olmayın. Çünkü öylesi günahlar büyük gazapları getirir. Adetullah’a dokunur. Büyük felaketlere uğrarsınız. Eğer benim soyumda kim ki bu günahlara bulaşmazsa 7 göbeğe kadar tasarrufum altında olacaklardır. Hem bu dünyada himmetimi görecekler hem de ahiret’te şefaatçi olacağım."
Çok kısa bir süre sonra dedesi ölmüştü.Fakat söyledikleri hala kulağında çınlıyordu.Lakin ne manaya geldiğini tam kavrayamamıştı.işte şimdi her şeyi daha net anlıyordu.
O gece zar zor uyumuştu. Bir ara ağıldaki koyun sürüsünün huysuzluğu dikkatini çekmiş dışarı çıkmış kendince göle ve dünyaya kulak kabartmış pek bir şey anlamayınca tekrar yatağına gelmiş uzanmıştı. Gece yarısına doğru bir ara uykudan uyanmış odanın içinde gökyüzünü ve gökyüzündeki yıldızları seyredince kendince garipsemişti.
"Allah Allah "demişti.
Odanın içinde gökyüzü neden bu kadar net gözüküyor ki?" böyle düşündükten sonra adeta gözleri güçlü bir etki ile kapanıp derin bir uykuya dalmıştı.
Sabah namazına ise Dığır Hasan’ın feryadıyla uyandı.
Uyandığında Dığır Hasan’ın dövündüğünü tüm ev halkının feryad-u figan ettiğini gördü. Sebebini soracaktı ki, Dığır’ın ağlayarak -"Zelzele" dediğini anladı.
"Zelzele"
Evet, tek bir kelime ama neler anlatmıyor ki. Kaybolan mekânlardan yok olan vücutlara, yıkılan evlerden mahvolan yuvalara kadar kitaplar dolusu ilahi kaderleri anlatacak kadar geniş manalı bir kelimedir zelzele...
Meğer gece yarısı her kes derin uykuda iken -zaten hep derin uykularda derin gafletlerde olur ya...- deprem olmuş yattığı evin etrafındaki evlerin hepsi harabeye dönmüş altında kaç kişi kalmışsa hepsi ölmüştü. İşin en garip ve ibret verici tarafı ise yattığı evin tavanının uçmasıydı. Normalde o tavanın evin içine çökmesi lazımken sanki bir güç tavanı kesmiş yan tarafa fırlatmıştı.
Manzara dehşet verici olduğu kadar acıtıcıydı.
İnsan bu manzara karşısında öylesine bir acziyete düşüyor ki, saklanacak ve kaçacak bir delik arıyor ama ne mümkün...
Gidecek hiç bir yer yok kaçacak hiç bir mekân yok.
Sığınacak tek yer; bir çocuğun annesinde dayak yediği halde tekrar annesinin kucağına girmeye çalıştığı gibi Allah’ın gazabından tekrar Allah’ın rahmetine sığınmaktır. Çünkü başka çare yoktur.
Zira sebeplerin sükût ettiği bir zaman dilimidir zelzele anları...
Bu zelzele mutlaka kendi köyünde de olmuştur. Öyle ise çoluk çocuğu... Artık bir saniye duramazdı. İçini müthiş bir kıskaç sarmıştı. Abdulharab’ı kendi acısıyla baş başa bırakıp köyünün yolunu tuttu.