Zaman akar devirler değişir.
Zaman akar, sular gibi...
Ve zaman akar ben akarım.
Asırlık duygular vardır. Asırlık çınarlar vardır.
Bazı anlar paylaşılmak için vardır bazı anlar bir sır gibi saklanmalıdır.
Oysaki insan yaşadıkça, zaman aktıkça, asırlar değiştikçe, sırlar tarihe mal olur.
Ve tarih sır değildir.
Osmanlı son devrini yaşamakta, balkan savaşlarına girmektedir.
Osmanlı da güneş batarken Büyük Britanya üzerinde batmamacasına doğmaktadır…
Ve İngiliz keferesi dünyayı istila ederken Abdülhamit han kurtlarla dans etmek zorundadır.
Çünkü asır başkalaşmakta zaman değişmektedir.
Zaman dairesel döngüler çizmekte artık İslam âlemi alt tarafta seyretmektedir.
Amerika henüz doğmakta, Avrupa yüzyıllık savaşlardan bitkin düşmüş içtimai büyük bir tecrübe kazanmıştır.
Ve dünya yeni imparatorluklara gebedir.
İşte bütün bunlardan habersiz Sofi Bekir kaybettiği keçisini bulmak için Abdulharab’a doğru yol almaktadır. Dünyanın girdiği çalkantılar, siyaset, tarih ona o kadar yabancıdır ki katıldığı savaşlar dışında ve seferberlikte iken cepheden başka farklı bir dünyanın olacağını asla düşünmez.
Onun için dünya sadece yaşadığı çevresidir.
Gezdiği dağlar ve konduğu yaylalar zaten alabildiğine geniştir.
Bir de Un’unu aldıkları Samsur ile El-Aziz diye bir şehir olduğunu bilir.
Bazen de “Siyad” dedikleri atlı vergi memurların her gelişinde birçok insana eziyet ettiklerini ve birçok kişinin ellerini arkasında bağlayıp atlarının peşinde sürüklediklerini bilir.
Siyad deyince Mehmet eminin yaşadıkları aklına gelir ve tebessüm eder.
O zaman küçüktü. Yine siyad’lar gelmiş vergi topluyorlardı. Tarla başı ve hayvan başı vergi alıyorlardı. Mehmet emmi hayvanlarının büyük kısmını dağlarda saklarken eşeği evde unutmuşlar. Eşeğin de vergisi diğer hayvanlara göre çok fazla olduğu için ister istemez eşeğin ayaklarını bağlatmış oturdukları odada bir yatak sermiş ve üstünü örtmüştü.
Süvariler evini arayıp bir şey bulmayınca odaya girmişler. Şöyle yatağı bir göz ucuyla süzdükten sonra;
,"Bu da kim?" diye sorarlar. Mehmet emmi tereddütsüz:
-”O benim dedem” diye cevap verince tam o arada eşeğin anırması tutmaz mı? Eşek öyle bir anırır ki bütün memurların gözleri fal taşı gibi açılır. Mehmet emmi "ahmak kafa" dercesine kafasına vurur ve içinden;
"tüh bu Eşşekoğlu eşeğin ağzını bağlamayı unutmuşum"
Sonra tüm memurları öyle bir gülme tutar ki Mehmet emmiye:
"Mademki bunu “deden” olarak kabul ediyorsun biz de kabul ediyoruz "deyip evden çıkmış bu hareket için tüm köyü serbest bırakmışlardı.
Tam bu hatırayı düşündüğü anda gölün etrafındaki çayırlıktan geçiyordu. Önünde bir ördek sürüsü havalanınca hatırsından sıyrılıp bulunduğu yerin manzarasını seyreder.
Bu gölü her gördüğünde içindi bir ılıklık sarardı. Göl alabildiğine genişti. Öyle bir yapısı vardı ki tamamen mistik çağları hatırlatırdı. Tabi Sofi Bekir mistik çağları da bilmez. Ama ona bir rüya gibi geldiği için burası hep hoşuna giderdi. Gölün etrafını önce uzun çayırlıklar sarardı, sonra uzun sazlıklarla devam ederdi. Bazen on metre bazen beş metre bazen de yüzlerce metreden sonra çimler başlardı. Çimlerin altı ise yine suydu. Kilometrelerce çimler vardı. Ve çimler tüm yöre halkı tarafında parsellenmişti. Her evin bir çayırlığı vardı. Ot biçme zamanı gelince tüm yöre halkı burada şenlikler yapar zevkle otlar biçilirdi. En kötü tarafı burmaların sırtlanarak "geçut" dedikleri yerlerden geçirilmesiydi. Gölün ve çayırlığın dışında ise alabildiğine muhteşem bağlar ve bahçeler vardı. Hele bağbozumu zamanı dedikleri "karga" mevsiminde ise çok daha farklı bir atmosfer yaşanırdı. Gündüzleri çoluk çocuk üzüm toplarken evin büyüğü üzümleri bir çuvalın içinde ezip ortaya çıkan suyu büyük bir kazanda toplar ve akşamları bu biriken suyu sabaha kadar pekmez yapmak için kaynatırlardı.
İşte en büyük şenlik o zaman başlardı. Bu süreç en az bir hafta en fazla on gün sürerdi. Bağların büyüklüğüne ve o seneki verime göre değişirdi.
Sabaha kadar yanan o ateşte mutlaka bir koyun yahut keçi pişerdi. Yalnız o keçi ve koyunların ilginç bir tarafı, kesinlikle çalınmış olmasıydı. İşte Sofi Bekir bu âdeti hiç beğenmiyordu. Her kesin koyunu ve keçisi olduğu halde neden başkasının ki çalıyorlardı ki? Neden helal mallarını haram katıyorlardı ki? Hâlbuki her kes her kesinkini çalınca herkesin bir koyun ya da keçisi zaten kesiliyordu. Oysa her kes kendisininkini kesse belki kurban niyetinde geçecek malları haram olmayacak. Her Ramazan ayında köye gelen medrese eğitimli Celal hoca da bu durumdan çok şikâyetçiydi. O bir ara demişti ki:"Bu durumunuz sizi helaket’e bile götürür. İçinize yerleşmiş bu hırsızlık illetinden kurtulmalısınız. Sanki hırsızlık yapmayan adam sınıfında değildir. Bu âdetinizi mutlaka terk edin. Emin olunki Allahın gazabına uğrarsınız. Sonra Lut kavminden, semut kavminden bahsetmişti. Bu nasihatler her Ramazan ayından sonra çabucak unutulup gidiyordu.
Düşüncelerinin burasında yine garip garip gülümseyip başını salladı. Eğer bağ bozumu zamanı olsaydı zaten keçisini aramazdı. Çünkü bilirdi ki mutlaka bir "kerge ateşinin" üstünde pişmişti. Bu düşünceler ışığında Abdulharab köyüne varmak üzereydi.
Fakat dikkatini çeken gariplikler vardı. Normalde akşam ezanı sonrasıydı. Gölde sessizliğin hâkim olması lazımdı. Ama öyle değildi kümeler halinde kuşlar dağlara doğru uçuyorlardı. Ve sanki arada bir gölün içinde bir “öküz böğürmesi” gibi seslerin geldiğine şahit oluyordu. Defalarca gece bu köylere gelmişti. Hiç bir zaman bu gariplikleri yaşamamıştı. Gerdek taşına geldiğinde orda akan sudan bir abdest alıp namaz kılacaktı ki gölün her tarafında ki dağlara doğru yükselen kuşların çıkarttıkları sesler içine garip bir korku verince namaz kılmayı gideceği yere kadar erteleyip adımlarını hızlandırdı. O ürpertiyle yol alırken içindeki korku tüm benliğini sarıyordu. Az ilerde bir kaç köylü davarlarıyla birlikte gittiğini görünce biraz rahatladı. Nefes nefese köy’e vardı. Hemen dostunun evine gidip selam verdi.
Dostu Dığır Hasan:”hayrola Bekir! Yüzünde bir tuhaflık var"
Sofi Bekir:
-“Yoruldum"
-"Bu hal pek yorgunluğa benzemiyor emme olsun. Dediğin gibi olsun"
Sofi Bekir birden celallendi"
"Ne demek istiyorsun? Yani korktuk mu? Yahu ben ki bu dağları adım adım gece gezmiş birisiyim ve sen de beni iyi tanırsın."
Dığır Hasan gülerek;
"Yahu sende şakaya hiç gelmiyorsun. Hele otur soluklan."
“Yok, be ben hemen namaz kılayım vakit geçmeden"
Hemen seccade serdiler. Sofi Bekir namaza durdu.
Aslında normal zamanlarda Dığır Hasan bu takılmayı yapsaydı kesinlikle kızmazdı. Ama insan gerçekten korktu mu ve de bu korkusunu gizlemek istedi mi ruhen hemen savunma mekanizmaları devreye girerler.
Namazdan sonra Dığır Hasan her ne kadar Sofi Bekir'i konuşturmaya çalıştıysa da Sofi Bekir hala göldeki kargaşanın etkisindeydi.
Sofi Bekir ha bire gölü düşünürken, gölün orta yerindeki "gırık" dedikleri tepe aklına gelir ve Dığır Hasan'a sorar:
-“Yahu hele şu gırık’ın (küçük tepe) hikâyesini anlat. Daha öncede duymuştum ama asıl kaynağı sizlersiniz. Sen bir anlat."
-"Anlaşıldı sen bu gece rahat değilsin. Aklına bir şeyler takılmış. Gelirken yolda başına bir şey mi geldi?"
Devamı var