Üçüncü bölüm..
Muzo ile evimizin önünden geçen küçük derenin kenarına çöker; duvar örer, su değirmeni kurar, oyun oynardık. Akşama yakın Muzo'nun babaannesinin sesini duyardık. Ben onu Laz Ebe diye bilirdim; çünkü Hemşin'li değildi. Benim babaannem bir gün olsun Muzo'dan önce beni çağırmazdı. Hava kararmaya başladığı zaman yaylada artmaya başlayan çıngırak sesleri, ineklerin otlaktan dönmeye başlamalarının işaretiydi. Önce bu çıngırak seslerine dikilirdi kulaklarım, sonrada Laz Ebe'nin sesine. Önümüzü kesen bostan duvarlarının arasında yalnızca kafası görünür ve bağırırdı:
-Olaaa Müüzaffeeer…
Muzaffer'in kulakları dikilir, elindekileri bırakır, koşmaya başlardı; yalnız kalırdım. Pek kimseyle oynamazdım ya Muzaffer'le oynar yada alır sopamı yaylanın üzerindeki Memiş Efendi tepesine tırmanır, ineklerimizle bütün günümü geçirirdim. Çocukluğumdaki en iyi arkadaşlarımı hatırlayınca gülmeden edemiyorum. Bizim ahırdaki ineklerden Süslü lakaplı bir dana ile Saraf isimli bir boğa, bir de Muzaffer. Şimdi bu arkadaşlarımdan yola çıkarak sağlıklı bir çocukluk geçirmediğimi düşünülebilir, ama ben bu sağlıksız ortamdan çok memnundum.
Üstelik bu ekip benim yazlık arkadaşlarımı oluşturuyordu. Bir de baharlık, sonbaharlık, kışlık arkadaşlarım vardı. Saraf bana küçük amcamdan miras kalmıştı. O İstanbul'a babamların yanına giderken bende Sarraf'ın dostluğunun anahtarını almıştım. Amcam Sarraf'a konuşmayı tırmanmayı ve akşama yakın inekleri otlaktan geri döndürmeyi öğretmişti. Sarraf'ı ahırdaki bağına üç kişi bağlayabiliyordu. Babaannem, ben ve Yayla'nın öküz çobanı köse irisi pepe bir adam olan Hamza oğlu Nuri Amca.
Sarraf'ın bağa konmayışı özgürlüğüne düşkünlüğünden değil, keskin ısıran bir köpek gibi insana tahammülünün olmamasıydı. Eğer ben, benden önce amcam ya da babaannem çevrede bir yerde değilse, onun kıta sahanlığına giren tüm yabancılara Tanrı acısın! Hilal gibi boynuzlarının sivri uçları, yetişkin bir insanın kolunun dolayamayacağı irilikteki boynu, kırmızı beyaz rengi ile tüm yaylada nerde olsa tanınan bir belanın ta kendisiydi.
Ama bu belanın meziyetlerini saysam abartının ta kendisi olacaktı. Ben en çok bu belayla eğlenirdim. Değneğimi alıp, onun yanına gittiğimde gelir kocaman dili ile beni bir güzel yalar, sonra kafasını yere eyerek beklerdi. Bende sırtımı döner, boynuzlarının arasına girip, boynuzlarını koltuk altıma alır, bağırırdım:
-Hadi Saraf hooo…
Hooo sesini duyan Saraf başını kaldırır, ben boynuzların arasında asılı vaziyette düzlüklerde tur atardık. Hatta arkadaşlarımın ailelerinin görmediği zamanlar arkadaşlarıma da bu oyunu oynatırdım. Bir seferinde çobanda uyuyan dedemin uyandığında beni sarrafın boynuzlarına geçmiş düzlüklerde koşarken görmesi, ihtiyarın zamansız ölmesine neden olacaktı. Bir matara su ile ancak ayıltabilmiştim ve gerçeği göstermiştim.
Ben yine Muzo'ya dönmek istiyorum. benim Muzo ile dostluğumun sebebi yayladaki diğer çocuklar tarafından sürekli dışlanması idi. Babaanneme göre o çocuğun sembolü baykuş olmalıymış. Çünkü baykuş gündüz dışarıda görülürse tüm kuşlar ona saldırırmış. Onun bu itilmişliğine duyduğum acıdan mı? yoksa o itilmişliği yüzünden mi? benim her söylediğimi yapması mı?Benim Muzo ile arkadaş olmamı sağlamıştı? Bilmiyorum… Bildiğim Muzo'nun da hayal gücü zengindi ve beni çeken bir tarafı vardı. Birlikte kurduğumuz hayallerden biri bulutların üstüne binip onların gittiği yerlere gitmek istememizdi. Saatlerce koşar oynar deli gibi terler sonra boylu boyuna toprağa uzanır, üstümüzden gelip geçen bulutları izlerdik.
Benim bulutlara duyduğum ilgi, bir başkadır. Yalçın Dağları onların sayesinde tanıdım.
O zaman en büyük hayalim bulutların yanına ulaşacak kadar büyük bir merdivenimin olmasıydı. Sonra dağları fark ettim. O ulaşılmaz gibi görünen dorukları ile bulutları delip geçtiklerini gördüm; aradığım merdiveni galiba bulmuştum. Doruklarına tırmanırsam yanımdan geçen bulutların üzerine kolayca atlayabilecek ve onların sınırsız sonsuz ülkelerine gidebilecektim. Muzafferi de buna inandırmıştım ve birlikte epey uğraşmıştık bulutların üstüne çıkmaya…
İbrahim ilk defa yüksek sesle gülmeye başladı. Yüzüne muzip bir ifade yerleşti, "Ama bulutlar sizi taşımaz ki" dedi ve ekledi: "çocukken çobana gittiğin doğrudur…" başımla onayladım. "Ama şimdi araban var."
"Büyüyünce seninde olacak araban… Bilirmisin İbrahim hala inanmam bulutların beni taşıyamayacağına; çünkü inanırsam hayallerim yıkılacak. Korkarım ki onların üzerine oturup uçan halının gittiği yerlere gidemeyeceğim…"
"Sen çobana gider misin İbrahim?" Bazen giderim ama babam bana kızıyor. Çobanda oturduğum yerde uyuya kaldım birkaç kez. Hatta karanlık olunca bile dönmedim eve; beni şeylerin… kaçırdığını sanmışlar." "Neylerin?" "İşte şeyler." "Sen kaçar mıydın şeylerle?" "Kaçanlar oldu ama ben kaçmazdım; kaçır salarda gitmezdim öldürün derdim. Yeni ayakkabı veriyorlarmış. Kuşak, parka, pantolon hatta güvenirlerse keleş bile; ama ben silahı sevmem onun için kaçmam zati…"
"Sen ne seversin?"
Omuzlarını oynatıp bakışlarını boşlukta gezdirmişti İbrahim. "Okul bu sene açılacakmış belki okula giderim."
"Peki sen nasıl hayaller kurarsın İbrahim?"
İstanbul'a gideceğim bir fırın yada lokantada çalışacağım çünkü orda yemek boldur…
Devam edecek...