Merhaba Çelikhan Web Sitesi okuyucuları ,bu köşemizde bir yazı dizisini sizlerle paylaşmaya çalışacagım…
Anadolunun ücra bir köşesinde geçen bir diyalog
"Kaç çocuğun var?"
"On bir."
"…….."
"Dokuz."
"…….."
"On altı."
"Vallahi benim yirmi dokuz çocuğum var devlet bana bakmıyor!..."
Çıra ışığından lazere gelen yolda insanın en büyük silahı hayal gücü idi; bilimde teknolojide hatta yeni keşiflerin tamamında insanın çocukken kurduğu hayallerin büyük payı olduğuna inanırım. Yukarıdaki diyaloglar abartı değildir, son cümle yıllardır kulaklarımda çınlayan bir ses olarak zaman, zaman nükseder.
Bir adamın niye yirmi dokuz çocuğu olur! Nasıl bakar, niye devletin bunları bakmasını bekler; nasıl sever, saçını okşar yada ayakkabı alır…
Peki bu çocuklar; Nasıl büyür? Ne yer? Ne içer? Neyle örtünür? Temizlenir? Barındırılır?
Aynı çatı altında yaşarken bile büyük bir mücadele ile hayatta kalabilen bu çocuklar nasıl insanı sevebilir?
Örneklerimi ve korkularımı yazmaya kalksam bu liste uzadıkça uzayacak en iyisi size hayal kurmanız için Güneydoğu'da küçük bir köyde karşılaştığım ve bir daha unutamadığım örneklerle ip ucu vereyim. Siz de çocuklar hakkında hayal kurun.
Bir sabah vakti idi. Güneş doğmadan girdiğimiz toprak yol, güneş etrafı aydınlattığında küçük bir köye ulaşmıştı. Rastgele sağa sola saparak gözüme kestirdiğim bir evin önünde durdum. Koyun sürülerinin kahverengi toprağın üstünde küme, küme köyden uzaklaştığı saatlerdi. Önünde durduğum evin koyunları da yavaş, yavaş otlaklarına doğru gidiyorlardı. Arabadan inip eve doğru yöneldiğimizde kayışı bir ip olan torbadan çantasını boynuna asmış, kara gözlü toprak yüzlü bir çocuk kapıdan çıkmıştı ki; benimle karşılaştı. Elimde tuttuğum çantadan bir muz ile bir elmayı o ne olduğunu anlayana kadar ip kayışlı azık torbasına atıverdiğimde şaşırmış, anlamsızca yüzüme bakıp uzaklaşan koyunlarının arkasından bakışları bize çevrili halde koşturmaya başlamıştı.
Evin kapısına vardığımda başka çocuklar etrafımı sardılar. Bir üç beş derken, o an sayamadığım kadar çok çocuk meraklı gözlerle bana bakıyordu.
Bu sabah kahvaltı soframız kalabalık olacak demekti. Ben fotoğraf çantamı Ömer de kahvaltılıklarımızın içinde olduğu çantayı alıp eve girdik. Pazarlık net çaylar evden, diğer her şey bizden. İki saat sonra aileden biriyiz. Basit yaşamak en çok özendiğim şeydir ama bu evde sadelik sefillik sınırına çok yakın. Evin Hanım'ının tüm titizliğine rağmen güruh bir kalabalık her an her şeyi yerle bir ediyor.
Evin Bey'ine soruyorum: "Kaç çocuğun var." Yaşayan oniki diyor. Ölenleri sayamıyor. Bu kadar çocuğa nasıl bakıyorsun dediğimde başı önüne düşüyor. " Vallahi bakamıyoruz !" diyor… Peki bakamadığın çocuğu niye dünyaya getiriyorsun?
Aslında sorduğum sorunun ağırlığını biliyorum. Sosyal yönden inançlar açısından bakıldığında bu insanlara fazla da şans tanınmadığını fark edebiliyorum. Ama onun ağzından çocuk demek ne demek onu anlamalıyım. "Vallahi biz yalnızız. Çobana, çubuğa adam lazım." diyor.
Yazı dizisi devam edecek....