Kendisine yardım edecek; tarlaya su, çobana azık taşıyacak, büyüyünce ise ebeveyninin yükünü sırtından alacak bir yardımcı gibi görülüyor. Önceleri naif ihtiyaçlar, basit yaşama koşulları dış dünyaya kapalı hayatlar, nedeni ile sorgulamadıkları hayatlarını şimdilerde evlerinin en konforlu odasına koydukları TV'ler sayesinde sorgulayabiliyorlar.
Hatta kasabalara yakın köylerin bazılarında yaşadıkları hayattan kurtulamayacağına inanarak intihar eden çocuklar bile olduğunu söylüyorlar.
Hummalı bir hazırlıktan sonra mobilyası iki divan bir dolaba yerleşmiş televizyon olan odanın ortasında kahvaltıya oturuyoruz. Televizyonun örtüsü kalkıyor, merakla hangi kanalı açacaklar diye bekliyorum. Görüntü hafif karlı olsa da, biz de günler sonra dünyadan haber alabileceğiz diye seviniyorum. Televizyonla birlikte çocukların çenesi de açılıyor bize oradan görüp öğrendiklerini bir, bir soruyorlar. Sorulanların çoğunu ben bilmiyorum. Televizyonlardaki kavram ve değer karışıklıklarının kirli boyutunu bu çocukların sorularında net olarak görebiliyorum. Son yıllarda kumdan kaleleri şato diye sunduğumuz sefahat ve vıcık cıcıklığın ayyuka çıkarıldığı program kahramanlarının gerçek hayatlarını onlara nasıl anlatacağımı düşünüyorum. Nasıl anlatırsam anlatayım, onlar bu trajediyi bir değer olarak belleklerine yerleştirmişler bile üstelik özenilesi bir değer. Çocukların çoğu ya futbolcu ya şarkıcı ya da türkücü olmak istiyor; peki doktor, kaymakam, öğretmen kim olacak diyorum hepsi birden kardeşlerin en çelimsiz en sessizini işaret ediyorlar "ooooooo"…
O denilen çocuğu yanıma çağırıyorum sessizce geliyor. Bir şey uzatıldığında yalnızca o elini uzatmıyor, diğerleri birbirinin elinden bile kapıyorlar.
Elimi omuzuna atıyorum sıska bedeninin kemikli küçük omuzlarının daha da küçüldüğünü hissediyorum. "Hadi bana evi gezdir." dediğimde tüm çocuklar biz, biz diye bağırıyor. Baba kızıyor. Kısa bir sessizlikten yararlanıp, sessiz çocukla kahvaltı sofrasından kalkarak evi gezmeye başlıyoruz.
Duvarları taş toprak karışımı iç içe geçmiş basık toprak tavanlı; toprak tabanlı üç oda. Bu odalardan biri yatak odası, toprak zeminin üstüne keçi kılından yapılma kilimler yayılmış, üstüne de tüm zemini örtecek kadar yatak serilmiş. Odada yataklardan daha yüksek köşede bir yere sıkıştırılmış yeşil boyalı bir sandık göze çarpıyor. Sandığın üzerinde taşları kor halinde parlayan kocaman bir elektrikli soba; sanırım gece gündüz yanıyor. Odanın penceresi yok bunun yerine tavandan sarkan kablonun ucundaki lamba odayı aydınlatıyor.
Kapının tahtası dahil duvarda çakılmış çivilerden ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan giysiler asılıyor. Bu odada herkese bir dolap yerine sanırım duvarda bir çivi düşüyor. İkinci oda yatak odasından daha karanlık burası kiler olarak kullanılıyor ve kapısı yatak odasınınkinden daha sağlam ve kilit altında. Üçüncü odada yani kahvaltı yaptığımız oda ise nispeten aydınlık. Çünkü iki tane penceresi var. Pencerenin kenarında saksısı paslı bir tenekeden olan sardunyası, formika bir dolabın göbeğinde üzeri kırlentle örtülmüş TV'si, en üstte kocaman radyolu bir kaset çalar ile dekore edilmişti. Yer her tür ve tarzda kilim halı keçe parçası ile örtülmüş, duvar diplerinde iki divan ve birkaç değişik ebatta yastık konmuştu.Köşede bir yerde üstü kalın bir battaniye ile örtülmüş misafir yatağı olduğunu tahmin ettiğim bir denk duruyor ve bu odada da taşları kor'a dönüşmüş elektrikli bir soba yanıyordu (acaba elektrik parasını nasıl ödüyorlar). Üç odalı evde, anne, baba ile birlikte on iki çocuk yaşıyordu.
Ev gezmemiz bittiğinde sessizce çocuğa soruyorum: "Adın ne? İlk defa bakışlarını kaçırmadan yüzüme bakıyor. "İbrahim"
"Burada kaldığımız sürede beni köyü de gezdirirmisin İbrahim." Yüzüne belirgin bir tebessüm oturuyor, başını sallayarak kabul ediyor.
Amacım köyü gezmekten çok İbrahim'in iç dünyasını tanımak, çocukluk hayallerini çevresini algılayışını anlamaktı. Çünkü onun sessizliğini pısırıklığına değil, hayal gücünün zenginliğine veriyordum. Kendisinden başka yedi erkek, dört kız kardeşin arasında insanın nasıl bu kadar yalnız kalabildiğini anlamak istiyordum.
Çocukken bende oldukça yalnız büyümüştüm. Bir çocuğun hayal dünyasının nasıl uçuk ve zengin olabildiğini o zamanlardan biliyorum. Geçen yıllarda çocukluk arkadaşı olarak aklımda en kalıcı isim yaz aylarında çıktığımız yayladaki bir isim kalmıştı: Muzo. Muzo'nun hikayesini İbrahim'e anlatacaktım. Belki o da bana kendi sessiz dünyasından bir öykü anlatırdı…
Devam Edecek.....