Yine serin hatta hafiften üşüten bir yayla sabahına uyanıyoruz. Dışarıda kuşların inanılmaz bir senfonisi var. Gün ağarmak üzere. Dünden yapılan hazırlıklar işimizi kolaylaştırıyor. Kararlaştırdığımız yerde ve saatte hazırız. Önce tepeler sonra da sarp dağlarla birlikte tabiatın kalbine doğru olan yolculuğumuz başlıyor. Doğada; kin, kıskançlık, nefret gibi olumsuz duygular yok, bu yüzden olsa gerek, şehirden uzaklaştıkça daha rahat nefes alıyoruz.
Modern zamanlar; yalnızlaşmayı, hatır gönül bilmemeyi, emeği inkâr etmeyi, bir kalemde silmeyi tavsiye ediyor dahası buna zorluyor. Sosyal medyanın bundaki payı büyük, burada oluşturduğumuz sanal dünya bu duyguların üzerine inşa edilmiş vaziyette. Uzun soluklu dostluklar, içten arkadaşlıklar, menfaate dayanmayan ilişkiler maalesef ki artık çok az. Günübirlik de olsa yukarıda saydığım olumsuzluklardan uzaklaşmak iyi geliyor.
Yollar zor ve dolambaçlı, kimi yerler bir uçurumu anımsatıyor. Güneş oldukça yakıcı. Birkaç kez sitem ediyoruz. Serinlediğimiz gölgelerde ise yüzler gülüyor. İnsanoğlunun dünya yolculuğu gibi.
Yayladaki su kaynağı bu sene erkenden kurumuş. Buna, yakın zamanda meydana gelen deprem felaketinin ve değişen iklim koşullarının sebep olduğunu düşünüyoruz. Suyun vakitsiz vedası hevesimizi kırıyor. Şükür ki az ileride bir kaynak daha var.
Bir önceki gelişimizin üzerinden uzun zaman geçmiş ama değişen bir şey yok; pet şişeler, bardaklar, poşetler envai çeşit çöp. Tabiatın kaderi. Maalesef…
Telefonların çekmemesi muhabbet etmeye olanak sağlıyor. Nadir görülen bir durum. Birkaç güzel manzarayı fotoğraflamak haricinde elektronik cihazlarla işimiz yok. Onların yerini; çiçek kokuları, kuş sesleri, serin çimenlikler ve çay alıyor. Daha ne olsun…
Vakit akşama varırken eve dönüyoruz. Ölmez de yaşarsak eğer, ilerleyen zamanlarda tekrar buralara gelmek niyetindeyiz. Bakalım. Nasip…