Anadolu topraklarındaki pek çok yapı gibi ilk inşası tam olarak bilinemeyen, şehirde askeri bir garnizon bulunduran Hititler’ce yapıldığı söylenen Ankara Kalesi’nin tarihi, bu şehrin, şehrin ruhunun bir boyutunu oluşturan tarihsel hafızanın, anıların, gizlerin ve acıların tarihidir.
Heidegger, ‘bir yapıdaki bir taşın kendi içinde bir tarihselliği vardır’ derken böylesi bir maceradan söz eder.
Arkeolojik veriler, Kale’nin Hititler’ce yapıldığını doğrulamasa da, Ankara’nın tarihinde bu kavmin ve oluşturdukları kültürün izleri var.
Sadece onların değil, Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı ve modern Türkiye tarihinin izlerini Kale’nin bugün hayli eprimiş, yaşlanmış ve yorulmuş bentleri, burçları, kapıları ve bilhassa çevresi anlatır durur.
Ankara’nın kalbi, büyük bilge Hacı Bayram-ı Veli’dir. Kale ile Bilge iki ayrı tepeden sürekli birbirini seyreder.
Şehirlerin ruhundan söz eden tarih felsefecileri, Ankara söz konusu olduğunda Hacı Bayram-ı Veli’ye böylesi bir konumu atfetmekte cimri davranırlar. Belki O’nun yaşamına ilişkin rivayetlerin, menakıpnamelerin azlığındandır. Bize dört beş şiiri intikal eden, birkaç Bayrami bilgesinin menakıpnamesinde üç beş rivayet bulunan bu muazzez Bilge, Ankara’nın kalbinde hala bir değirmen mili gibi işler durur oysa…
Etimesgut’un, Ahi mesut; Solfasol’ün Zülfazıl olduğunu eski Ankara’lılar bilir. Bunların Hacı Bayram-ı Veli’nin öğrencileri olduğunu da…
Hacı Bayram’a çıkan yoldan sağa kıvrılıp ilerden Bentderesi’ne değil, dikine doğru yukarı tırmanırsanız sizi Kale’nin dış burçları karşılar.
Ankara, bir anlamda Ulus, Kale, Hacı Bayram ve kısmen Sıhhiye’dir. Zaten Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hatta DP dönemine değin Sıhhiye’den Kızılay’a doğru ‘köylüler’i, yani milletin efendilerini bırakmazlarmış.
Ankara Kalesi, tepedeki içkale ve çevresini kuşatarak yayılan dışkaleden oluşur. Dışkalede yirmi civarında kuleden söz edilmektedir. Bu aynı zamanda, kadim Ankara şehrini de çevreleyen bir hattır. Burada hala eski, dar sokaklar –ki geleneksel Türk evleri ve sokaklarında görüldüğü üzre, daha çok yakın, sıcak, samimi bir yerleşim mantığı, portala yüklenen bir işlemecilik, hayat vs söz konusudur- bulmak mümkündür. Bunlara girerseniz, her birinden uzantılar vermek suretiyle sizi bir esnaf ortamına, bir çıkmaz sokağa, bir geçide, bir hana, bir türbeye veya mescide taşıdığını görürsünüz. Kale çevresi, böylesi sürprizlere daima açıktır.
Yine kaynaklar bize, “İçkalenin güney ve batı duvarları bir dik açı oluştur’duğunu söyler : Doğu duvarı tepenin girinti çıkıntılarını izler. Kuzey yamaç ise farklı tekniklerle yapılmış duvarlarla korunur. Dışkale ile içkale,doğuda Doğukalesi'nde batıda hatip çayına bakan yamaçta birleşir. İçkale'nin güneydoğu köşesinde ise kalenin en yüksek yeri olan Akkale (Halk arasında Alitaşı) yer alır. Dört katlı olan iç kale Ankara taşından ve toplama taşlarla yapılmıştır. İç kalenin iki büyük kapısı vardır. Biri dış kapı, diğeri ise hisar kapısı adını taşır. Kapı üzerinde bir de İlhanlılar'a ait kitabe bulunur. Kuzeybatı kısmında Selçukluların yaptırdığını gösteren bir yazı bulunmaktadır. Duvarların alt bölümü mermer ve bazalttan yapılmıştır, üst kesimlerine doğru bloklar arasında tuğla bölümlerin büyük ölçüde zarar görmesine karşın, iç kale bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. Kale tarih içinde çeşitli dönemler yaşamıştır. İ.Ö. 2. yy. başında Romalıların Galatya'yı ( Ankara yöresi) işgalinden sonra kent büyüyerek kale dışına taştı. Roma İmparatoru Caracaila İ.S. 217' de kalenin surlarını onarttı. 222 - 260 arasında İmparator Severus Alexander ve Velerianus, Perslere yenilince kale kısmen tahrip edildi. 7. yy ' ın 2. yarısından sonra Romalılar kaleyi onarmaya başladı. İmparator Konstantinos 688'de dışkaleyi yaptı. IV. Leon ise 740' da kale duvarlarını onartırken içkale surlarını da yükselmiştir. Ankara Kalesi 1073' de Selçukluların eline geçer. 1. Alaeddin Keykubat' ın onarttığı kaleye Sultan II. Keykavus da 1249'da bazı ekler yaptırır. Osmalılar döneminde onarım görmeyen kalenin surlarını Mısır Valisi M.Ali Paşa' nın oğlu İbrahim Paşa 1832' de restore etmiştir. Surların bazı yerlerinde rastlanan sütun başlıkları, lahit ve heykel parçaları, onarımlarda toplama malzemeden yararlanıldığını gösterir. Bugün kale içindeki değişik dönemlerden kalmış birçok eski Ankara Evi bulunmaktadır. Kaleiçi Mahallesi'nde bulunan eski Ankara evleri, sur duvarları ile çevrili dar ve dik bir alanda konumlandıkları için, planları dar alanlardan en çok faydalanmayı gözeterek yapılmış. İki ya da üç katlı olarak ahşap, kerpiç ve tuğladan inşa edilmişler. Arazi yapısının düz olmaması, alt kat planlarının da düzgün olmamasına yol açmış, ama üst katlar cumba tipindeki çıkıntılarla düzgün bir plana kavuşturulmuş. Alt katlar kışlık olarak, kalın duvarlı ve küçük pencereli yapılmış, üst katlar ise yazlık olarak ince duvarlı ve havadar yapılmış. Geniş saçaklar ve "Cihannüma" denilen yazlık odalar Ankara evlerinin belirleyici özelliklerinden. Ahşap tavan süslemelerinde geometrik kompozisyonlar kullanılmıştır. Bazıları çeşitli hizmetlerde kullanılmaktadır. 17.yüzyılın ortasına doğru, 1640 yılında Ankara' ya gelen Evliya Çelebi, kenti ve kentteki yaşamı ayrıntılı biçimde anlatmaktadır. Evliya Çelebi önce ünlü Ankara Kalesinden söz eder. ‘Ankara'nın yüksek bir dağın tepesine dört kat beyaz taştan yapılmış sağlam bir kalesi vardır. Kale iç içe üç kat surlarla çevrilidir. İç kalenin çevresi kayalıktır. Bu yalçın kayalardan kaleye tırmanmak çok zordur. İç kalede topları çeşitli silahlar, cephane ve 600 ev bulunur. İç Kale aşağılarda ikinci sıra surlarla çevrilidir. Dağın eteklerinde ise üçüncü sıra dış surlar yer alır. Bu dış surlarla tüm kent güvenlik altına alınmıştır.”
Çelebi’den yaklaşık ikibuçuk asır sonra Kale’ye gelen Bediüzzaman ise, burçtan bakerken, daha vizyoner bir bakışla, Osmanlı’nın çözülüşünü veya Toynbee’nin ifadesiyle ‘durduruluşu’nu görür. Van Kalesi’ndekine benzer bir hüzünle şöyle der : “Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said'in gülmeleri Yeni Said'in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara'nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara'da en kara bir ruh hali hissettiğimden, bir nur, bir teselli, bir rica aradım.
Sağa, yani, mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken, bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nevimin büyük mezarı suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.
Sol tarafım olan istikbale, derman ararken baktım. Gördüm ki, benim ve emsalimin ve gelecek nesillerin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi.
Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvâri nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve ıztırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.
Sonra bu cihetten dahi meyus olunca, başımı kaldırıp, ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek bir meyvesi var; o da benim cenazemdir, o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.”
Devamında Kuran’dan gelen nurla teselli bulan Büyük Bilge’nin bu vizyonu, Ankara Kalesi’nin burcuna sinmiş haldedir.