Geleneksel sözlüğümüzde, beden için ‘iklim’ tabiri (de) kullanılır. İklim yurttur, ülkedir, vatandır, arzdır, topraktır ve dünyada ‘oturulan’ yerdir.
Oturmayı tırnağa alıyorum zira insanın yeryüzünde ‘duruş’unun bütün anlamlarını içerir biçimde kullanıyorum.
Heidegger’in ‘Bauen Wohnen Denken Vortrage und Aufsatze’ (İnşa Etmek Oturmak Düşünmek) yazısında belirttiği üzre, ‘insan olmak bir ölümlü olarak yeryüzünde olmak demektir, bunun anlamı oturmaktır.’
Bu, bir bakıma, ruhun gövdede oturuşudur; bedenin de ruhun taşıyıcısı olarak, yeryüzünde ‘olma’sıdır. Anadolu insanının gündelik sözlüğünde bir deyim vardır. ‘Nasılsın?’ diye sorulduğunda, ‘emaneti gezdiriyorum’ derler.
Emanet ruhtur, akıldır ve onun gerektirdiği sorumluluktur.
İbn Arabi, Füsus’ta, erkeği, kadının yurdu olarak niteler.
Kadının erkeğe vurgunluğu, insanın kendi yurduna düşkünlüğündendir, der.
Yaratıcı da insanın yurdudur, aşk, en genel ve derin anlamıyla, parçanın bütüne iştiyakıdır.
İnsan, asli kaynağından alçak aleme inmiştir ve o yurdun hasretiyle yanmaktadır.
Bu, iklimine duyduğu özlemin ateşidir.
Hölderlin, ‘insan yeryüzünde şairane oturur’ der.
İnsanın yeryüzünde şairane oturması, ruhunu ve kainatı korumasıyla mümkündür.
Evet sadece insan ölür, diğerleri yok olur. O halde koruma ödevi insanındır. İnsan, yeryüzünde korunan ve koruyan bir varoluş bilinciyle durur.
Beden iklimdir, oturulan yerdir ve onda oturan ruhun acıları pek çok düşünürün zihnini meşgul etmiştir.
Bunlardan biri de David Le Breton’dur.
Türkiye okurunun, ‘Yürüyüşe Övgü’süyle tanıdığı Breton, günümüz Batı dünyasının önde
gelen düşünürlerinden biri. Kendine özgü bir ‘risk sosyolojisi’ geliştiren Breton’un, Sel Yayınlarından çıkan ‘Acının Antropolojisi’ni okurken, hep zihnimde, bedenin iklim oluşu dolaşıyordu. Breton şöyle diyor : ‘Acı, bir metafiziktir, geçip gittikten sonra, insanın, daha geniş anlamlı ve yaşama zevkine davet eden bir dünyaya yerleşebilmesi için gerekli mesafeli bakışı sağlar. Dehşet ve ölüm duyguları içinde tahrip ettiğinden ve hareketsiz hale getirdiğinden, hastalığından kurtulan insanda yaşamın bedeli duygusunu kökleştiren bir anahtardır. Acı, kutsal bir vahşidir. Niçin kutsal? Çünkü insanı aşkınlık deneyimine götürürken kendisinin dışına atar ve ona varlığından habersiz olduğu birtakım zenginlikleri gösterir. Ve vahşidir, çünkü kimliğini bozarak yapar bunu. Tercih şansı bırakmaz insana. Yanma riskinin büyük olduğu bir ateş deneyimidir. Acısının kendisini ve tüm onurunu yitirmesine yol açan bir felaket olması ya da tersine başka bir boyutunu görmesini sağlayan bir şans olması, kendi elindedir insanın : Bu boyut, acı çeken ya da acı çekmiş olan ama dünyaya gözlerini açarak bakan bir insanın boyutudur. İnsan ya acının vahşetine bırakır kendini ya da bunları boyunduruk altına almaya çalışır. Bunu başarabildiği takdirde başka bir insan olarak çıkar bu deneyden, daha dolu bir yaşama doğar. Ama acı, yerleşmenin serbest olduğu bir kıta değildir…’
Breton’un ifadesiyle kutsal bir vahşi olan acının, insanın bedeninin tehlike ve sessizliklerinde ne türden etkilere yol açtığını izlerken, biz bir bakıma bir beden olan ülkelerin, bölgelerin ve kıtaların da büyük acılarla nereden nereye sürüklendiğini de izlemiş olabiliriz.
Acının yerleşilemez bir bölge oluşu, Afrika, Güney Amerika, Ortadoğu, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Orta Asya gibi bölgelerde büyük acılar yaşayan insanların, kendi yurtlarında bir tür yersizlik-yurtsuzluk tedirginliği yaşamalarını açıklar mahiyettedir.
İnsan bedeni nasıl acıyla sancıyor ve kıvranıyorsa ve acılar insanda nasıl bir dönüşüme yol açıyorsa, ülkelerde de böylesi değişim ve dönüşümlere neden oluyorlar.
Sudan, Somali, Eritre, Etyopya, Irak, Lübnan, Filistin, Özbekistan, Çeçenistan, Azerbaycan ve daha nice ülke, kendisinde ‘oturan’ların acılarına tanıklık ediyor.