Ergenekon soruşturma süreciyle birlikte şöyle haberlere sıkça rastlar olduk : “Sayıştay raporunda, Prof. Dr…..’un üniversitede hileyle şirket kurmadan arazi işgaline, banka promosyonlarının başka kurumlara kaydırılmasından, kendi öğretim üyelerinin çocuklarına özel indirime kadar bir dizi alanda yolsuzluk ve usulsüzlük tespit edildiği ve bu yolla devletin en az 10 milyon ytl zarara uğratıldığının rapor edildiği iddia edildi.” Söz konusu okul, Ankara’nın iki büyük üniversitesinden biri. Bahse konu kişi, üniversitenin rektörü. Her fırsatta arkadaşlarıyla cübbesini giyip türbe ziyaretine giden, bu irticai tutumuyla, irticaya savaş açan, görevinin irticayla mücadele etmek olduğunu tekrarlayıp duran bir profesör. Uzmanlık alanı nedir bilmiyorum. Ama, Cumhuriyeti korumak ve kollamak gibi ‘bilimsel’ bir misyonu var. Atatürk devrim ve ilkelerine yönelik irticai faaliyetlerle ilgili bilgi toplamak, raporlar hazırlamak, bu yönde çalışanları fişlemek, ihbar etmek, cezalandırılmalarını sağlamak biçiminde ‘düşünsel’ bir ödevi var. Vaktiyle, İstanbul Üniversitesi’nin rektörü de benzer iddialarla takibata uğramış, hakkında birçok dava açılmıştı. Bu türden iddialarla hakkında yargı süreci işleyen onlarca rektör var. Şaşırtıcı olan (aslında olmayan) bu rektörlerin tümünün ‘irtica’ avcısı olması. Unutmuyorum, Hakan Özgün yazmıştı, yıllarca evimizin önünde hayali bir irtica canavarı vardı. Bir sabah uyandık, baktık yok olmuş, yerine başka bir canavar gelmiş. Bu bazen el-Kaide oluyor, bazen Hizbullah, bazen başörtüsü, bazen bir siyasal parti, bir cemaat, bir sivil toplum örgütü. Yine şaşırtıcı olan (tabii ki olmayan) bu işlerle, bilim adamlarının uğraşması. Pek çok akl-ı selim sahibi defalarca yazdı, yazıyor, birisi irticadan, ilke ve inkılaplardan, Cumhuriyetimizin çağdaş değerlerinden çok söz ediyorsa, biliniz ki, Cem Yılmaz’ın reklamdaki ifadesiyle orada ‘duygusal’ bir şey vardır. Dönemin başbakanını hatta bazı generalleri bile dolandırmayı başaran ünlü bir dolandırıcımız da, bu rant alanını fark etmiş, rozet, gençliğe hitabe, poster ve benzeri malzemeleri bağış karşılığı ‘satarak’ hayli vurgun yapmıştı. Kutsallaşan bu ‘değer’ler, insanların hırsızlıklarını, hukuksuzluklarını, bilimsel açıklarını örtmenin bir aracı haline gelmiş. Bizkaçkişiyiz türü oluşumların da hep böylesi finansal bir niteliği vardı. Bu toplumsal ve ahlaki bir çözülme olduğu kadar, bilimin, hukukun, düşüncenin, cihanşümul boyutlarının yeterince kavranamadığını da gösteriyor. Üniversite, sözümona cihanşümul olanın, hakikat’in belirlenmesi, tanımlanması ve kavranmasına dönük çabalar yürüten, farklı bilimsel alanlarda oluşan verilerin birleştirilerek, insanlığın hayrına yeni terkiplerin yapılması yönünde bir düşünsel imkan hazırlayan yerlerdir. Bizde böyle değildir. Vaktiyle, büyük hukukçu Domaniç ve Hatemi hocaların, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin hocalar kapısında kendi elleriyle beslediği sokak kedilerinden rahatsız olan Alemdaroğlu, hocalara, birer sarı zarf göndererek uyarmıştı. Sanırım Domaniç cevaba tenezzül etmemiş, Hatemi hoca ise, rektörün sekreterini arayarak, ‘rektöre söyleyin o kediler başörtülü değil’ demişti. Aslında Ergenekon, geriye doğru gidersek 28 Şubat, faili meçhuller, parti kapatma davaları, asker-siyaset ilişkileri vs. bizde ironik bir nitelik kazandı. Hukuk, bilim gibi alanlar o denli çürütüldü ki, benim gibi normal laf edenler dinlenmiyor artık. Nietzsche’nin, ‘hakikat yoktur’undaki gibi bir ironik durum var bizim gidişatımızda.