Aşık Veysel, bir deyişinde, ‘hayat filime misaldir/işler güçler hep sinema’ der.
1960’lı yılların ikinci yarısında, Malatya’da idrak ettiğim çocukluğum, daha çok kışlık-yazlık sinema ortamlarında geçti.
Babam, sinema işletirdi. Evimizin arkasındaki bahçeyi yazlık sinema haline getirmişti. Melekbaba sineması…Melekbaba mahallesindeki bu çok ve geniş odalı, bahçeli, müstakil evimizi unutamıyorum. Akşamları, sinemada gazoz, ayçiçeği satar, yer gösterirdim.
O yıllarda gerek ülkemizde yapılan filmlerin gerekse yabancı filmlerin neredeyse tamamını izledim.
Sinema izlemenin ne anlama geldiğini bilmiyordum, ama böylesi bir dünyaya gözümü açmıştım.
Sonraları, sinema ile rüya arasındaki olgusal ve metafizik ilişkileri araştırırken, bir yerde insanın dramaya neden ihtiyaç duyduğuna ilişkin bir şeyler okudum. Tabi, yaşamın bizatihi kendisinin bir oyun oluşuyla, sinemanın temsil oluşu arasındaki ilgi de dikkatimi çekmeye başladı.
Temsil, gerçeğin bir örneğini yapmak, kopyasını çıkarmak anlamına geliyor. Shakespeare’in tiyatro sembolizmini hatırlayalım. Yeryüzü sahnedir. İnsanlar, oyuncudur. Rejisöz, yani İlahi Oynatıcı, Tanrı’dır. Oyun metni ve replikler, diyaloglar, insanın, dünyanın yazgısıdır, levh-i mahfuzdur. Vs. vs. Sinema, bu anlamda, Veysel’in de dediği gibi, hayatın misalidir yani dünyanın imgesidir. Buradan bakınca, insanın temsillere neden ilgi duyduğunu sormak bile abestir.
Çocukluğumda beyazperdede oynaşan gölgelerin gerisinde neler olduğunu, her akşam o ibret perdesinde nasıl bir muazzam dünyanın önümüze açılmış olduğunu düşünür dururdum. Bakışlarım göğe yönelir, gökteki yıldızlarla beyazperdedeki yıldızları bir arada görürdüm. Bunun bir oyun, bir kurgu, bir gösteri olduğunu bile bile, aynı öyküyü seyrediyor olsam da, tekrar, bıkmaksızın usanmaksızın seyreder, inanırdım.
Öğrencilik yıllarımın geçtiği Ankara’da, 12 Eylülün üzerimize bir karabasan gibi çöktüğü günlerde de sinemalara gelen hiçbir filmi kaçırmazdım.
Dramada, beyazperdede, oradan geçen o gölgelerde, hikayelerde bir büyü vardı. Beni çeken bir şey. Bu büyü esasen bütün sanat alanlarında vardır. Ama sinema, mimari, edebiyat, müzik, tiyatro, resim gibi sanat alanlarını da içeriyor ve ‘çağın ruhu’nu yansıtabiliyor. Tarkovski, ‘teknolojik bir sanat’ olarak niteliyor…Diğer dillerden daha büyülü. Seyri zaten başlı başına bir ritüel…Bugünlerde özellikle yorulduğumda bir gün, bazen gece boyu kapanıp birkaç film izliyorum. Başka benliklerle kendimi takas etmek, farklı dünyaları seyretmek, farklı alemlere açılmak hem çok keyif veriyor hem çok yararını görüyorum. Bilmiyorum belki de bakmak, sadece bakmak yeterli olduğu için, tembelliğin de keyfini çıkarmış oluyorum. Son olarak sinemada Avatar’ı izlemiştim. Birkaç kez izledim. İyi ki de izlemişim.
Sonunda dönüp Veysel’e geliyorum.
Gerçekten de ‘işler güçler hep sinema!'