Yeşil ışık yanınca hareketlendik. Bi bağırtı koptu. Herşey karardı. Kararırken bir kıvılcım çaktı. Sonrasını hatırlamıyorum. Bi ara başıma üşüşenlerin yardımıyla ayağa kalkmaya çalıştım. Ayaklarım beni taşıyamadı. Yığılıp kaldım.
Gözümü açtığımda, koluma serum takılı idi, ayaklarımı hissetmiyordum.
Naşide hafif sıyrıklarla atlatmıştı ama bitkindi. Serpil, yoğun bakımda idi. Kaburga kemikleri kırılmış, ciğerine batmış, iç kanama güçlükle durdurulabilmişti.
Oysa bugün öğleden sonra ales sınavına girecektim.
‘Kalkmalıyım doktor bey’ dedim, ‘sınavım var.’
Güldü, ‘seni uzun bir süre konuk edeceğiz, sınavı unut’ dedi.
Böylece hayatın nasıl sürprizlerle dolu olduğunu gördüm.
İki ay sonra, bodrum kattaki küf kokulu evimin istinat duvarına bakan odasında yine yatakta idim. İki ayağım da alçıda idi.
Sağıma soluma dönemiyordum. Aylarca sırt üstü, hareketsiz yatmanın nasıl bi şey olduğunu o zaman anlamıştım.
Anladığım başka bir şey, bir bilgenin sözü idi.
İdamına karar verildiğinde, bir dostu tutukevinde ziyaretine gelmişti.
‘Sabır nedir?’ diye sorduğunda, ‘sabır, insanın ellerinin ve ayaklarının kesildiğinde şükretmesidir’ demişti.
Kaza anında hiçbir şey hissetmemiştim.
Gece dayanılmaz ağrılar başladı.
Kırık ve çatlaklar o kadar acımıyordu. Ama ezikler…Canım öyle yanıyordu ki!
Ailemden uzakta idim. Bi arkadaşım ölümle pençeleşiyordu. Diğeri bedenindeki eziklerle meşguldü. Hastabakıcı ve hemşireler birkaç saatte bir geliyor, tansiyon ölçüp iğne yapıyor, gidiyordu.
İlaçlardan ağzımda kekte bir tat vardı. Midem bulanıyordu. Acil Serviste hayli üşümüştüm. Alnımdaki yırtığı anlaşılan çuvaldızla dikmişlerdi. Nasıl sancıyordu.
Bi bardak su isteyecek kimse yoktu.
Üçüncü gün kardeşim geldiğinde sabrı biraz olsun öğrenmiştim.
Sıkıntılı zamanın nasıl zor geçtiğini fark etmiştim.
Saniyeler saat gibi uzuyordu. Saatler geçmek bilmiyordu. Günler ayları kovaladı, ziyaretçilerim azaldı. Birkaç yakınım dışında kimse kapımı çalmaz oldu. Eşimle birlikte yalnız kalmıştık.
Zamanımı yatakta, sırt üstü uzanmış halde ve yalnız geçiriyordum. Ağrılar dindiğinde, yalnızlığın boşluğu derinleşmeye başlamıştı. Zor dayanıyordum. Ama giderek alışmaya başladım. Altıncı ayın sonunda yalnızlığın güzelliğini tatmıştım.
Serpil bir dizi ameliyattan sonra iyileşti, benden önce ayaklandı ve ziyaretime geldi.
Sabır acı ama meyvesinin tatlı olduğunu öğrendiğimde ayaklarımdaki alçı sökülmüştü. Kaslarım erimiş, bacaklarım incelmiş, güçsüzleşmişti.
Ayağa kalkabilmem ve yürüyebilmem için çok çaba göstermem gerekiyordu.
İki hafta sürekli egzersiz yaptım. Nihayet bir gün korkarak da olsa yere bastım, doğruldum. Ertesi gün bir adım, sonraki gün üç adım derken yürümeye başladım.
İlk iş olarak evden çıkıp, parka gittim. Banka oturdum ve güzelim ağaçları, telaşla koşuşturan insanları seyrettim.
Dört mevsimi bir odada, yatakta geçirmiştim. Yürümenin nasıl büyük bir nimet olduğunu şimdi anlıyordum.
Gerçek dostlarımın ne kadar az olduğunu görmüştüm.
Özellikle ilk günlerde içimde bir öfke birikmişti. Sonradan bu öfkenin bana dayanma gücü verdiğini fark ettim.
Ona şimdi sabrın öfkesi diyorum.