DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar
Giriş Tarihi : 29-10-2009 01:00

Bir Karşı Tarih Yazımı : ‘Son Devrin Din Mazlumları’

‘Son Devrin Din Mazlumları’,(1) ‘resmi tarih’in dışından, farklı bir yerden, bambaşka bir gözle, son yüzyıl İmparatorluk ve Türkiye’sine, kimi olay ve kişiliklerine bakma çabasıdır. Necip Fazıl, kuşkusuz tarihçi değildir, ama, yaklaştığı sorun ve olaylara ilişkin çok sayıda belge ve nakille konuşmaktadır. Türkiye’nin yeni devletin kurulduğu ilk yıllarını aydınlatma bakımından son derece gerekli olan İstiklal Mahkemeleri zabıtlarının henüz araştırmacılara açık olmadığı, tarihin egemen nosyonlarının gölgesinde yapılan tartışmaların zaafları, yakın tarihe ‘muhalif’ bir yerden bakanların mahkemelerde yargılandığı ve hapsedildiği bir zamanda, kimi olayları, türkçeyi özellikle ilk dönem şiirlerinde son derece zengin bir biçimde kullanmış olan bir şairin dilinden okumak, en azından ilginç olmalıdır. Necip Fazıl, öznel yargılarının ve şairane mübalağanın etkisi altında olduğu yerlerde bile, tarih bilimine belirli bir saygı içerisinde davranmaktadır bu kitabında. Bu çabasıyla, ileride, yakın tarihte olup bitenleri aydınlatma ödeviyle yükümlü olanlara, sanırım bir çağrıda da bulunmaktadır: Gerçeğin belirginleşmesi omzunuza yüklenmiş bir görevdir. Size belletilenlerin tümünü unutun ve yeniden yola koyulun. Kitabın ‘Takdim’inde bunu söyler: ‘İman ve ideal uğrunda, umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi...Bu yakın tarih ve hususi plan, İttihat ve Terakki ile başlayan, Cumhuriyet’le yerleştiğini gördüğümüz İslam nefretinin zeminini çizer ve o zemin üzerinde en kuduz(2) zulüm kılıcıyla düşürülen masum başların hikayelerini anlatır’(3) Anlaşılan Şair, onbinlerce başı boynundan uçurmuş olan bu zulüm kılıcına karşı adaletin elmas kılıcıyla(4) herşeyi yerli yerine koymaya girişmektedir.(5) ‘Devreler ve Bir Tesbit’, genel bir giriş mahiyetindedir. Necip Fazıl, burada, din bağlarının ruhunu kaybettiğı devir olarak, Kanuni ile Tanzimat arasını gösterir. Tanzimat ile Meşrutiyet arasında ise, din bağları, kasıtlı bir biçimde çözülmeye başlamıştır. Tanzimat, bir tür ‘Batının maymunvari kopyası’dır yazara göre. Ama ister Kanuni sonrası, ister Tanzimat devrinde, İslam, geci bir algısızlık sorunuyla yüzyüzedir ve bundan ötürü de mazlumdur. Meşrutiyet’e değin ‘din adamları’, arasında mazlum aranmaz.(6) Bu dönemde de din mazlumları bakımından pek örnek gösteremeyiz. Fakat, ters tarafından ’31 Mart vak’ası gibi, din adamlarının(7) zulmü zulmü şeklinde gösterilip hakikatte din ve din adamlarına ve Ulu Hakan(8) ve büyük müslüman Abdulhamid Han’a bir tuzak olarak tertip edilen hadiseyi başa almak zorundayız.’(9) Son Devrin Din Mazlumları, dokuz fasıldan oluşmaktadır: Birinci Fasıl: Mazlum Padişah, Abdulhamit’tir. İkinci fasıl, Şeyh Said-Genç İsyanı’dır. Üçüncü fasıl, şapka Kurbanları’nı konu edinmektedir. Dördüncü Fasıl’da bir mazlum ve şapka kurbanı, İskilipli Atıf Hoca’ya yer verilmiştir. Beşinci faslın konusu, menemen hareketi ve buna bağlı olarak Şeyh Esad Efendi’dir. Altıncı fasıl, ‘Doğu Faciası’ başlığı altında toplanmıştır. Yedinci Fasl’ın konuğu, Said/i Nursi hazretleridir. Sekizinci Fasıl, özellikle Kuran öğrenimi için verilmiş bir ömrün sahibi, Süleyman Efendi söz konusu edilmektedir ve nihayet Necip Fazıl, şeyhi ve mürşidi, Esseyyid Abdulhakim Arvasi hazretlerini dokuzuncu ve son fasılda anlatır.(10)  Kitap, yakın tarihimizin en çok tartışılan ismini, Sultan II.Abdulhamid hanı konu edinen birinci fasılla açılır. Necip Fazıl, bir romancı gibi girer meseleye: ‘Miladi, 1909 yılının 31 mart Salı sabahı, İstanbul, uzak ve yakın bütün semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı.’ Bu öyküsel dil, uzunca bir süre devam eder. Taksim’den Fındıklı ve Tünel yönünde ikiye ayrılan, bir bölümü Beşiktaş’a sapan, sonra geriye dönen ve bu iki çizgi üzerinde sokak sokak, bir yelpaze gibi bölünüp Ayasofya meydanında toplanmak üzere ilerleyen kollar, İstanbul’un uykulu, uyuşuk göğünü kurşunlarıyla delik deşik etmektedir. Kimdir bunlar? Necip Fazıl, o yergici, sert dilini gösterir hemen: ‘Bunlar, bir gece baskını şeklinde, sabaha karşı İstanbul üzerine çullanmış bir eşkıya sürüsü değil’dir, ‘hakiki asker’dirler. İttihatçıların, ‘Meşrutiyet Muhafızları’ adıyla ve bir asayiş olayı nedeniyle Rumeli’nden getirip Taksim’de Taşkışla’ya yerleştirdikleri, avcı taburlarıdır.(11) Necip Fazıl, askerin, ‘eline vatan müdafaası için’ verilen silahı, ‘şeriat gibi mukaddes bir kelimenin maskesi’ altında, nefsani arzu ve siyasi emelleri için kullandığını belirtir.(12) Ve hareketi de, ‘Yahudi, dönek ve mason’ tahriklerinden ibaret görür. Amaç, Abdulhamid’i devirmektir. Hakan, Meşrutiyet’i ilan etmiş, Mebusan Meclisi’ni açmış ve ülke sorunlarını, milli iradeye ve hakkını da Allah’a havale etmiştir. Vatan, bir anda, Yahudi havrasına dönmüştür. Hürriyet, ne olduğu belirsiz, ‘kiminin insan, kiminin hayvan, kiminin nebat, kiminin cemad’ sandığı, putlaştırılmış bir laf’tır.(13) Necip Fazıl, yergici kaleminin ucunu iyice sivriltir burada: ‘Matbuatın İttihat ve Terakki finoları, serseri koğuşlarında bile duyulmamış küfürlerle, Padişah’a ulumakta ve Ulu Hakan, bu alçaklıkları, sessiz sedasız, sarayında takip etmektedir.’(14) Şair, İttihatçıların, iki kişiyi acımasızca kullandığını söyler: Selim Sırrı (Tarcan) ve Feylesof Rıza Tevfik. Rıza Tevfik, Necip Fazıl’ın avukatlığını da yapmış olan Abdurrahman Şeref Laç’a, yargıç gözetiminde, şu ifadeyi verir: ’31 Mart vak’asını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnatla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini, Selim Sırrı ile ben idare ettik.’ Necip Fazıl, olayın içyüzünü ve arkaplanını farklı kaynaklardan ve alabildiğine duygusal bir dille anlatırken, arada, Derviş Vahdeti’ye ilişkin, kanımca bilgi ve veriden yoksun bir yargıda bulunur: ‘(...) Derviş Vahdeti isimli basit ve davayı temsil etmekten aciz bir şahısça çıkarılan Volkan gazetesi...’(15) Necip Fazıl, birkaç dile hakkıyla vakıf, yüreği, ‘vatan sevgisi’yle dolu, Avrupa’da ve Memalik-i Osmaniyye’de olup bitenlerden haberdar, siyasal analizleri son derece ilginç ve dikkat çekici olan, gazetesinde beş-altı müstear adla yazan ve bugünkü ölçütlere göre, katışıksız bir entelektüel olan Derviş Vahdeti’ye ilişkin sahih bilgilerden yoksun anlaşılan. Şairin, bu türden yakıştırma yorumlarına kitabın çeşitli yerlerinde rastlarız. Bu, yaygın ve egemen görüşlerden etkilenmiş, beylik bir ifade. Olaya kaldığımız yerden devam edelim: İttihat ve Terakki Cemiyeti merkez-i Umumi’si, ‘hadise’ üzerine, Hünkar’a, ‘edepsiz’ bir telgraf çeker. Bu, bizzat, olayı düzenleyenlerin, suçu, Ulu Hakan’a yüklemelerindeki ‘şenaat’ ve doğrudan doğruya ‘şeriatı yıkma’ amaçları bakımından, ‘namussuzlukta eşsiz’dir. Necip Fazıl, suçun Şeriat bağlılarına yıkılmasının, tebanın Hakan’a olan bağlılığını yok etmeyi amaçladığını belirtir. Gayeleri, Abrulhamid’i tepelemek ve tasfiye etmektir. Plan, adım adım işlemektedir. Kuşkusuz, 31 Mart vak’asını, İttihatçılara fırsat verici kimi olaylar beslemiş ve geliştirmişti. Ve Hareket Ordusu, İstanbul kapılarındadır. Sadrazam Tevfik Paşa, ‘inmeli ve yatalak bir hükumet’in başı sıfatıyla, sanki, İttihatçıların içeriden memuru gibi davranmakta ve ordunun işini çabuk bitirmesine yardım etmektedir. Durum, bu denli kötüdür. Yıldız sarayı boşalır, herkes kaçar. Askerler, odalara kadar girerler.(16) Yüzmilyonların Halifesi, haremdekilerle birlikte açtır, sarayda taş üstüne taş bırakılmamıştır.Şeyhülislam Mehmed Ziyaüddin, Padişah’ın halli için fetvayı hemen verir. Necip Fazıl’a göre bu, ‘din adına en büyük dinsizlik vesikası’dır. Hünkar tahttan indirilir. İnerken, ‘takdir Allahındır’ der,(17) ardından Esat Paşa’ya ve Karasu’ya dönerek, ‘Türklerin Padişahı ve müslümanların halifesi olan bana, hallini tebliğ için şu Yahudiden başkasını bulamadınız mı? Bu adamı siz, Türk ve müslüman olarak karşıma çıkarmaktan utanmıyor musunuz?’ Sultan, Selanik’e gönderilir. Hareket Ordusu, Divan-ı Harb’i kurar, bir zamanlar ‘Şeriat isteriz!’ diye bağırttı, ‘gafil’lerin elebaşılarını birer birer ipte sallandırır. İkinci Fasıl, yakın tarihin, bugüne dek uzantılar veren çeşitli operasyonlara neden olmuş feci bir olayını, Şeyh Said vak’asını, Genç kalkışmasını konu alır. Yıl, 1925’tir. Şubat ayının onüçüncü Cuma günüdür. Ergani çevresinden Piran köyündeyiz. Cumhuriyet’in ilanının üzerinden onaltı yıl geçmiştir. Üç beşyüz sürvariden oluşan bir atlı kafilesi köye doğru yol almaktadır. Reisleri, en önde, cins bir at üzerinde. Şeyh Said, Necip Fazıl’ın anlatımıyla, ‘güzel yüzlü, derin gözlü, tatlı bakışlı, kuvvetli bir yapıya sahip, yaşı altmış civarında fakat görünüşü genç bir adam.’(18) Şeyh, kardeşi Şeyh Abdurrahim’e bir düğün vesilesiyle konuk olmaktadır. Doğu Anadolu’da etkin ve yaygın olan Nakşiliğe bağlı şeyhlerdendir. Necip Fazıl, henüz olayların anlatımına koyulmadan, Şeyh’e lişkin bir yargıda bulunur: ‘Uyuyan fitneyi uyandırmayınız.’ Şeyh Said, her hamle ve harekette iyi veya kötü ihtimal kutupları arasında tam ve çileli bir murakabe ve muhasebeyi emredici ve davaları kavramaktan aciz ve çok defa cahil, yarım yamalak davranışlardan sakınılmasını şart koşucu hadisin sırrına uzaktı.’(19) Şeyh Said, düğün için geldiği kardeşinin evinde şu mealde bir konuşma yapar: ‘Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı, Maarif’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz muharrirler, Peygamber Efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Be, bugün, elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.’ Bu düşünceler, yöre insanınca paylaşılmaktadır. Yeni devletin kurucuları, attıkları köktenci adımlarla, dindarların tepkisini çekecek uygulamalarda bulunmuşlardır. Dini duyarlığı güçlü olan bu yöre insanında, Şeyh Said’in kişiliğinde dile gelen bir tepki, bir öfke birikmiştir. Şeyh, konuşmasının sonunda, kalkışmanın işaretini verir: ‘Bu vaziyette, artık ayaklanmanın ve karşı durmanın zamanı gelmiştir.’(20)  Ve olaylar gelişmeye başlar. Öğleye doğru köye, ‘jandarma kılıklı, küçük bir atlı grubu’ gelir. Onbeş er ve iki subay. Subaylardan üsteğmen olanı, Şeyh’e, kafilenin içinde ağır suçlu birkaç mahkum bulunduğunu, onları teslim etmesini söyler. Şeyh, adamlara, teslim olmaları için haber gönderir. Çeşitli evlere ve kovuklara gizlenmişlerdir. Mahkumlar, ‘üçlü boşama’ üzere yemin ettiklerini, bu yüzden teslim olmayacaklarını belirtirler. Olayın bu evresinden itibaren, Necip Fazıl, Metin Toker’in, Şeyh Said ve İsyanı adlı kitabına başvurur ve oradan alıntılar yapar. Alıntılardan sonra kendi yorumunu ortaya koyar ve Şeyh Said’e ilişkin çeşitli eleştirilerde bulunur. Bu eleştiriler, belgelerden yoksun, yaygın görüşün tesirindedir: ‘O taraflarda Şeyh Said isimli, batıni irşat ve tasarruf ehliyeti son derece şüpheli, Nakşi şeyhi olduğu iddiasında, daha ziyade muhitini sevk ve idare siyaseti ve satıhüstü güdüm dehası bakımından hünerli, koyun sürülerini yüzlerce çobanın otlattığı, çok zengin ve büyük nüfuzlu bir ağa vardır ve en büyük meziyeti olarak, bu adam, şeriat bağlılığına müstesna bir şiddet ve hiddetin kullanılacağı yeri ve dereceyi tayin edebilme irfanından mahrum...’(21) Necip Fazıl, olup bitenleri, Van mebusu İbrahim Avras’tan dinlediğini ve ‘muhitin birçok yaşlısına’ da doğrulattığını belirtir. Subayların, Şeyh’in önerisine uymadıklarını söyler. Şeyh, iddiaya göre, düğün merasimi olduğunu, en azından düğünün bitiminde, adamlarla konuşarak, kendi istekleriyle teslim olmalarını sağlayabileceğini söyler ama subaylar bunu kabul etmez ve çatışma başlar. İki taraftan da zayiat olur. Bunun üzerine Şeyh, dağa çekilir ve kıyamda bulunur. Ankara hareketlenir. Doğu Anadolu’nun yarısını aşan bir alanda sıkıyönetim ilan edilir, Divan-ı Harpler kurulur. Ali Fethi bey, olayın, mevzii olduğunu söyleyerek buna karşı çıkar, ne yazık ki itirazı kabul görmez. Necip Fazıl, Şeyh Said’in kimilerinin iddia edegeldiği gibi, bir ‘kürtlük ideal’i peşinde olmadığı, olayın Ali Fethi beyin dediği gibi mevzii olmasına rağmen abartılarak, onbinlerce cana kıyıldığı yargısını öne sürer : ‘Büyük harflerle (bu paragrafı büyük harflerle yazmıştır. SY.) kaydetmenin yeri gelmiştir ki, basit ve zorlanmış bir isyan bahanesiyle Türk’ün manevi ismetini lekelemeye kalkanlar, Milli Şef emrinde Halk Partisi’nin eski gözü dönmüş saldırganları ve fikirsiz kuduzlarıdır. (...) Şeyh Said’in, İngilizlerin adamı ve müstakik Kürtlük ideali peşinde olduğu şeni bir yalandır. Öyle olsaydı ilk başarılarının ardından, Cenup istikametinde sınıra doğru sarkar, Irak kürtleri ve İngilizlerle irtibat kurar ve davasına, yardım kaynaklarını sağlamış olarak belli başlı bir çevre içinde girişirdi.’(22) Şeyh Said ve adamları, ayaklanmanın ikinci ayında, Dokuzuncu Kolordu tarafından yakalanır. Takrir-i Sükun ve İstiklal Mahkemeleri oluşturulur. Bu olay vesile kılınarak, acımasızca bir insan avına girişilir. Potansiyel tehdit unsurları, birer birer yok edilir. Darağaçları kanla yıkanır. Babıali’nin kalemleri, fırsatı ganimet bilerek, müslüman dindarlara yönelik bir kampanya başlatır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır. Bir yıl sonra, ünlü ‘suikast’ olayı da gerçekleşince, Doğu’da yüzbinlerce insan asılır. Necip Fazıl, nihai hükmünü şöyle açıklar: ‘Şeyh Said, zorla itilmiş olmasına rağmen, din hikmetleri bakımından pekala mukavemet edebileceği ve mukavemet etmekle mükellef bulunduğu hadiselerin tek sorumlusu olmakla beraber bilmeyerek uyandırdığı ve artık hep uyanık kalmasına sebep olduğu ejderhanın yine bizzat mazlumudur. O, kendisine düşen zulüm payının kefaretini ödedi; ya ödemelerine imkan olmayanların hali ne olsa gerek?’(22)
Üçüncü Fasıl, Şapka Kurbanları başlığını taşıyor. Bir sonraki bölümde İskilipli Atıf Hoca’yı konu edinecek olan Necip Fazıl, girişe, ‘Atıf Hocaya Doğru’ başlığını koymuş. Şeyh Said’in idamından beş ay sonra, Meclis’e ‘Şapka İktisası’ adıyla bir kanun tasarısı sevkediliyor. Şair, bu bölüme şöyle giriyor: ‘Hürriyet vatanı İsviçre’nin Giyom Tel hikayesindeki şapka, hiç olmazsa, halkın giymekle değil, selamlamakla mükellef olduğu bir Firavun serpuşuydu ve onu, kendi öz rengine sahiplik haklarından mahrum bırakmıyordu. Giyom Tel’e selamlaması emredilen şapka, ‘ben varım’ diyen bir sembol. Türk’e zorla giydirilen şapka ise, ‘sen yoksun’ diyen bir remiz.’ Necip Fazıl, Şeyh Said olayıyla birlikte bir tür, ‘İslamı kazıma’ sürecinin başlamış olduğunu, bunun ‘laiklik teranesi’yle de sürdüğünü söyler ve tüm bu uygulamaların, ‘hiçbir fikri, ilmi ve hukuki’ tepkiye çarpmadığını belirtir. Şapka iktisası, kanun önerisinin sahibi, sonradan Demokrat Parti’nin kurucularından olan Refik Koraltan’dır. O sıralar Konya mebusu olan Koraltan’ın öneri gerekçesinde, ‘Türkiye’nin bu kanunla, ‘çağdaş uygar uluslar ailesi’ içine girme yönünde bir adım atacağı’ yorumu yer alır. Ne ki, Devrimler ve Tepkileri adlı kitabın yazarı Mahmut Goloğlu’na göre, ‘şapka giyme zorunluluğu, halk için teklif edilmiyor’du, çünkü, ‘onlar, zaten bir kanuna lüzum kalmadan şapkayı giymeye başlamışlardı.’ Meclis’ten aykırı bir ses yükselir. İstiklal Harbi kahramanlarından Nureddin Paşa, ‘bu kanun anayasaya aykırıdır, reddini istiyorum’ der. Kanunun savunucuları, Paşa’nın üzerine yürürler. Rasih efendi, olayı abartır ve cevazı için Kuran ve hadisten deliller getirir. Ve beklenen tepkiler gelmeye başlar. İlki Erzurum’dandır. Kurban, otuzüç kişi. Ardından Rize. Sonuç, sekiz idam kararı. Maraş ve Konya’da çeşitli olaylar. Sivas’ta otuz iki kişi tutuklanır. Adana’da keza onlarca kişi tevkif edilerek tutukevine konur. Necip Fazıl’ın deyişiyle, ‘köpeklerin bile barınamayacağı, pislik, kazurat ve taaffün yuvası bir yer’e tıkılır mahkumlar. Bu faslın sonunda aktardığı olay gerçekten de ilginç ve ibretlidir: ‘Maraş’ta Maşallah Ali Efendi (lakabı Maşallah. Daima inşallah ve maşallah diye konuşurmuş) Abdulkadir ve Pekmezci Hacı Hüseyin idamlık. Bunlara hükümden önce soruyorlar, ‘Son ihtar! Şapka giyecek misiniz?’ Cevap, üçlü bir koro halindedir: ‘Giymeyeceğiz!’ Üçü de sıcak bir yaz günü, buzlu bir şerbet içercesine, şehitlik şerbetini saadetle içiyor. Maşallah Ali Efendi’nin sehpada, boynunda ilmik, muazzam sözü: ‘Benim adım Maşallah, gapka giymem inşallah, eşhedü enla ilahe...’(23) Dördüncü Fasıl, İskilipli Atıf Hoca’yı konu alır. ‘Hoca’ altbaşlıklı bölümde, Necip Fazıl, O’nun bir tür portresini çizer. Yaşamı, baştan başa çile ve macera dolu bu mazlumun ilk tutuklanışı, Meşrutiyet döneminde Mahmut Şevket Paşa suikastının şüpheliler kadrosu içinde oluşudur. Tutuklanır ve Sinop kalesine sürülür. Oradan, Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu’ya...derken, ‘bağışlayın, bir yanlışlık oldu’ denilir ve özgür bırakılır. Hoca’nın ilmi şöhreti, ülke sınırlarını aşmıştır. ‘İslam Alemi’nin her yanından mektuplar almakta, risaleleri Fas’tan Hindistan’a pek çok dergide yayımlanmaktadır. Bir Fransız dergisi, kendisinden makaleler ister. Fetva ve yorumlarında alabildiğine özgürlükçü ve gerçekçidir.Hocanın örgütçü bir yanı da vardır. ‘Teali-yi İslam’ cemiyetinin kurucusu ve İzmir işgaline karşı ilk sesini yükseltenlerdendir. Eserleri arasında, Mir’atü’l-İslam, İslam Yolu, Din-i İslam’da Müskirat, Tesettür-i Nisvan, Medeniyyet-i Şer’iyye sayılabilir. Yıl, 1926, sonbahar...Hoca’nın Aksaray Laleli’deki evinin kapısı şiddetle çalınır. Üç sivil görünümlü görevli. Ellerinde fötr. Arama izni olmaksızın eve girer ve ararlar. Ve Hoca’yı alıp Müdüriyet’e götürürler. Boş ve pis bir odaya tıkarlar. Yakınları serbest bırakılacağını umuyorlardır. Uzunca bir süre ses seda çıkmaz, durumu hakkında herhangi bir bilgi verilmez. Derken bir şayia yayılır ve gerçekleşir. Hoca, Giresun’a sevkedilmiştir. İstiklal Mahkemesi heyetinden bir üye, Hoca’nın suçlanmasına neden olabilecek bir eyleminin olmadığını söyler. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, ‘belki de bir tertip eseri olarak, garip ve muvazenesiz bir adam’ sokak ortasında haykırarak şapka giymediğini duyurmuş, yakalanmış ve Atıf Hoca’yla mektuplaştığını ve O’ndan telkin alarak böyle davrandığını, söyler. ‘Frenk Mukallitliği’ kitabı, Hoca’nın başına çok iş aşacaktır. Atıf Hoca, söz konuşu kişiyi tanımadığını, olayın kendisine yönelik bir düzmece olduğunu söyler. Sonunda Hoca, ünlü cellat Kel Ali’nin başkanlık ettiği bir mahkemeye havale edilir. Mahkemede Hoca dışında pek çok kişi de vardır. İtham, genellikle Frenk Mukallitli çevresinde yoğunlaşır. Bu arada Şapka kanununa yönelik kalkışmalar da söz konusu edilmekte ve her olay Hoca’yla ilişkilendirilmektedir. Aynı mahkemede, Hoca’ ve Tahirü’l-Mevlevi de yargılanırlar. Frenk Mukallitliği’nin yayıncısı, Kitapçı Abdulaziz ve Ermeni Mihran Efendi de sorgulanır. Yargılamada Teali-yi İslam Cemiyeti’nin çabaları da gündeme getirilmiştir. Savcı Necip Ali, Hoca hakkında üç yıl ister ve bu mahkeme heyetinde düş kırıklığına yol açar. Atıf Hoca, bir gece, düşünde, Allah Elçisi’ni görür ve savunma yapmaktan vazgeçer. O’na kavuşmanın mukadder olduğunu anlamıştır. Beklenen karar çıkar: İdam. Hoca, ‘zalim ve katillerle elbette mahşer günü hesaplaşacağız’ der. Sabah beş buçukta infaz gerçekleşir. Son sözü, kelime-yi şehadet olur. Yakınlarının sorusuna, cevabi bir telgraf gelir: Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.’ Kitabın Beşinci Fasl’ında, bizi, yine yakın tarihimizin netameli bir olayı karşılar: Şeyh Esad Efendi ve Menemen Olayı. Yıl, 1930. Serbest Fırka deneyinin akamete uğradığı, Şeyh Said ve Şapka olaylarından sonra, ‘dindarları sindirme harekatı’nın yürütüldüğü hengame. Serbest Fırka aracılığıyla, yönetim, muhalifleri belirlemiş, amacı yerine gelince de parti kapatılmış ve aykırı duranlar birer birer yok edilmeye başlanmıştır. 1930’un aralık sonlarından Menemen’de bir olay patlak verir. Necip Fazıl, olayı, ‘birkaç serseriye yaptırılmış bir tertip’ olarak görür ve amacının, ‘büyük ve kuvvetli bazı din adamlarının ortadan kaldırılması’ olduğunu belirtir. Kalkışmayı ilk hareketlendiren, ‘mehdi’ iddiasında olan, aslen Giritli Mehmed adında bir ‘deli’dir. Esrarkeştir. Necip Fazıl’ın yazılarında çokça kullandığı bir nitelemeyle, ‘ham softa kaba yobaz’dır. Çevresinde birkaç kişi vardır. Manisa’dan, Bozalar köyüne doğru gitmektedirler. Orada Sütçü Mehmed’in evinde konaklarlar. Sabah Menemen’e geçerler. Mehmed, mehdiliğini açıklamanın zamanının geldiğini söyler. Camide namaz kılarlar. Üzerinde tevhid kelimesinin yazılı olduğu sancağı alıp çıkarlar. Ve bir dizi olay patlak verir. Kubilay’ın başı bedeninden ayrılır, ahali dehşet içindedir. Bir askeri alay, olay yerine sevkedilir. Kimisi kaçar, kimisi yaralı ele geçirilir. Hükumet kararı: ‘Menemen’e en etkili bir gözdağı vermek gerekiyor.’ Necip Fazıl, olayın bir tertip olarak, o sırada Bursa’da Ada Palas otelinde kalan Erbilli Nakşi şeyhi Esad Efendi’nin tasfiye edilmesiyle başladığını söyler. Yörede sıkıyönetim ilan edilir, ve bu bölgeyle sınırlı kalmayan bir dizi operasyon gerçekleştirilir. Çok sayıda ilmi esere imza atmış bir bilge olan Esad Efendi ve olay için Şair şu ifadeyi kullanır: ‘katil ve katillerin en deni şekli ve eliyle öldürülür.’(24) Altıncı Fasıl, yakın tarihin en kanlı ve trajik olaylarından birini, Dersim’i konu edinmektedir. Şair, ‘en aşağı’ diyor, ‘ellibin müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyla tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.’(25) Kuran’ın, ‘bir kişinin yanılgısıyla başka sorumlu tutulamaz’ mutlak adalet ilkesinin tam aksi olarak, birkaç suçlu yüzünden köyler yakılmış, yıkılmış, insanların üzerine ateş yağdırılmıştır. Mazgirt’in Tersemek nahiyesinin halkı doğranmaktadır. Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında yirmi kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Durum birden duyulur. Çocukların ölüm emri verilir. Fakat buyruğu yerine getirecek kimse çıkmaz. Birkaç sonuçsuz girişimden sonra, ‘karanlık suratlı bir adam’ bulunur ve dere içinde titreyerek bekleyen yirmi masumun işi bitirilir. Yedinci Fasıl’da, Said Nursi’nin çileli yaşamının, ulvi davasının ve manevi çabalarının öyküsünü buluruz. Kısakürek, girişte şu haklı yargıyı öne sürer: ‘Onunki, ‘had’ dedikleri, bir defa ve bir hamlede vurup deviren bir mazlumluk değil, müzmin tabiriyle ifade edilen otuzbeş yıl boyunca çektirici, törpüleyici, kemirici bir hal.’ Gerçekten de Bediüzzaman’ın uğradığı zulüm, bir mekan ve zamana münhasır olmayıp, bütün bir ömre yayılmış bir çin işkencesi biçimindedir. Şeyh Said olayını müteakiben, Van’dan alınarak Burdur’a sürülen Üstad’ın ömrü, ya tutukevinde, ya gözetimde veya tarassut altında geçmiştir. Davasından asla ödün vermeyen, yaşamını manevi bakımdan üç evreye ayıran, güçlükler içinde yazdığı Risale-i Nur adlı külliyatı vesilesiyle yüzbinlerce insanın imanını kurtaran bu bilge ve irfan sahibi kişiliğe ilişkin Necip Fazıl, son derece saygılı ve muhabbetlidir. Said-i Nursi’yle ilgili şu yargısı ise son derece yerindedir: ‘Hakkında hayli eser yazılmış, hokkalarla mürekkep, tomarlarla kağıt sarf edilmiş bir insan olmasına rağmen, Said Nursi Hazretlerinin bugüne kadar, kanaatimizce, usta elden bir portresi çizilmemiş, derinliğine ve genişliğine tahlili yapılmamış ve gerçek kıymet ölçüsü belirtilmemiştir.’ Necip Fazıl’ın bu yargısına hak verecek koşullar hala sürmektedir. Bu bölümde, Şair, Bediüzzaman’ın yaşamını, kronolojik biçimde özetleyerek anlatır.(26) Gündelik yaşamını, nur dersanelerinin açılma sürecini, risalelerin yazılıp, elde ele  dağıtılışını, Bediüzzaman’ın gönderme yaptığı eserleri, yargılanmalarını, hapisliklerini, gözaltında, sürgünde ve tarassuttayken yaşadıklarını uzun uzun anlatır. Ve sona doğru şöyle bir hüküm verir: ‘Said Nursi Hazretleri, kesbi olmaktan ziyade vehbi bir ilim ve deha çapında bir zeka ile nimetlendirilmiş, içi vecd dolu bir insan ve nihai çapta gayesine sadık bir mücahid olup, asıl kıymetinin tefekküri ve ahlaki sahada aranması gereken halis bir müslüman ve örneklik bir mazlumdur.’(27) Sekizinci bölümde, Süleyman Efendi bizi karşılar. Yazar, girişte, Süleyman Efendi’yle tanışma öyküsünü aktarır. Damadı Kemal Kaçar aracılığıyla, Hoca’nın yazıhanesinde görüşmüşlerdir. İlk izlenimi şöyledir: ‘Bir iki saatlik ilk temasımızda aldığım intiba, bütün dost ve düşman kutuplarımız üzerinde tam bir iştirak bulunması ve ‘hiddet-i Şer’iyye/şeriat anlayış ve öfkesi’yle dolu bir zat karşısında bulunduğum oldu.’(28) Bu bölümde Necip Fazıl, Süleyman Efendi’nin yaşamöyküsünü, yetişme koşullarını ve batıni yönünü anlatır. Kuran öğretimini merkeze alan bir hareketin başlatıcısı olan Süleyman Efendi, ‘İslam davasında, birdenbire karşımıza kuru bilgi kabukları dağıtan bir ezberci ve ezberletici değil, öz ve ruha bağlı ve geniş sirayet ve şümul planını açıcı bir dava adamı ve mücadeleci olarak çıkıyor.’(29) Süleyman Efendi’nin de yaşamı, çeşitli suç isnatları, kovuşturmalar, soruşturmalar ve tutuklamalarla doludur. Kuran’ın öğretildiği kursları, tüm bu engellemelere rağmen yaygınlaşmış, çoğalmış ve birer mektebe dönüşmüştür. Gönüllü ve kendisini adamış kadrolar tarafından oluşturulan bu kurslarda Kuran, tecvid, meal ve hadis dersleri yoğun olarak okutulmakta ve dinini öğrenme iştiyakında olanlar için son derece yararlı ve işlevsel bir eğitim ortamı oluşturulmaktadır. Necip Fazıl’ın kurslara ilişkin düşüncesi şöyledir: ‘Bu kuruluşlar, bir kuruş devlet yardımı görmeden, üstelik çapı büyüdükçe, başta Diyanet İşleri bulunmak üzere, her türlü resmi hınca hedef tutan bir İslam ilimleri çekirdeği’dir.(30) Ve böylece kitabın, son bölümüne, Dokuzuncu Faslı’na geliriz. Şarir, bu bölüme mürşidi Esseyyid Abdulhakim Arvasi hazretlerini alır. Ve O’nun kutlu dünyasından ışıklar düşürür. Çeşitli anılarına yer verir. İzlenimlerini aktarır.(31) Ve şöyle der: ‘Abdulhakim Efendi, devrinin en büyük velilik makamı olan ‘Kutbü’l-İrşad’ idi ve İkinci Dünya Savaşı’nın dördüncü yılında, bir bakıma, vatanın en mazlum ve mahzun ferdi olarak fani hayat perdesini araladı ve ebedi hayat iklimine geçti.’(32) Necip Fazıl’ın Son Devrin Din Mazlumları, zaman zaman düştüğü zaaflar, abartılı yargılar, verisiz, belgesiz ve bilgisiz yorumlarına rağmen, mutlaka okunması ve dil açısından da ele alınması gereken bir yakın tarih kitabıdır. Kitap için bir tür göndermeler derlemesi denilebilir. Ama bu göndermeleri Şair, yakın tarihimizin en kuytu, en loş, en bulanık ve sorunlu bölgelerine ve kişiliklerine yapmaktadır. Son derece cesur ve onurlu bir kitap Din Mazlumları. Ve Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu adıyla taçlandırdığı çabalarının bir parçası olmak üzere kaleme alınmıştır.
Sadık Yalsızuçanlar

Sadık Yalsızuçanlar

DİĞER YAZILARI Günün Işıma Sancısı Hayat Ve Film Derin Sularda Boğulmayan Hikaye Dağı Delen Irmak Akmaya Devam Ediyor Sabır Ve Öfke Mustafa Tatcı Derin Sularda Boğulmayan Hikaye Aşk Dini Kemalizmin Çoğullukla İmtihanı : Dersim 38 ‘Can tende emanettir’ Sabrın Öfkesi 'Her melek zalimdir' Ben Kerbela’yım ‘Can tende emanettir’ Galata’dan Avatar Said Nursi, Che ve Edith Piaf-Bütün Ölü Zamanlar- Harfler Ve Sırlar Hacı Bektaş-ı Veli Taş, Tarih ve Bilinç : Ankara Kalesi’nde Bir Bilge Onlar bizim cennetimiz... İnsan Şairane Oturur Yeryüzünde Ne Nurdan Ne Çamurdan… O’nun Gözü, ‘Büyük Sanatkarlık’taydı… Ailenin Ruhu “Sen ordasın... Acının Arkeolojisi Bir İç-Duyum Hali : Hayret Hacı Bektaş-ı Veli Ve Alevilik İnsan Şairane Oturur Yeryüzünde Uzun’u Hatırlarken Nefsini Bilen Rabbini Bilir kaybettiğimiz neyse rabbim verdiğin şiirler geri getirsin bize Sol’un Ergenekon’la İmtihanı Bir Aydın Namusu : Cemil Meriç Çelikhan’da Birkaç Gün Demokratik Açılım’ın Said Nursi Boyutu ‘Biz’ derken neyi kastediyoruz? Hayat Mayat Diyorlar Sezai Karakoç ve İrfani Gelenek ‘Dağlarda ateşler yandıkça / Karanlıktan korkulmaz’ Vicdan ve Adalet Sorunu Olarak Ermeni Meselesi “Ben Ne Doğuluyum Ne Batılı…Güneşim Ben” Bir Hakikat Fatihi: İbn Arabi Şam’dan Darende’ye Erdemli Kentler Yüzyılın Başında Duran Büyük Bilge : Bediüzzaman Adalet ve Zulüm ‘Anadolu Mayası’ ‘Çelikhan Diye Bir Yer’
NAMAZ VAKİTLERİ
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
BURÇ YORUMLARI
  • KOÇ
    Koç Burcu
  • BOĞA
    Boğa Burcu
  • İKİZLER
    İkizler Burcu
  • YENGEÇ
    Yengeç Burcu
  • ASLAN
    Aslan Burcu
  • BAŞAK
    Başak Burcu
  • TERAZİ
    Terazi Burcu
  • AKREP
    Akrep Burcu
  • YAY
    Yay Burcu
  • OĞLAK
    Oğlak Burcu
  • KOVA
    Kova Burcu
  • BALIK
    Balık Burcu
ANKET OYLAMA TÜMÜ
Sitemizi nasıl buldunuz?
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA