DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Sadık Yalsızuçanlar
Sadık Yalsızuçanlar
Giriş Tarihi : 25-08-2009 00:00

Bir Hakikat Fatihi: İbn Arabi

Uzun ve bereketli yaşamı, manevi fetihlerle geçen Şeyh-i Ekber İbn Arabi, tasavvuf irfanını  sistematik bir tefekkür olarak, beşyüze yakın –kimisi gaib, kimisi hala kitaplıklarda okunmayı bekleyen- eseriyle ortaya koymuş ve yaşadığı zamanla sınırlı kalmayarak, nurunu bugüne değin yansıtmış bir hakikat fatihidir. Bütün bir İslam irfan tarihi, İbn Arabi’nin Fütuhat ve Füsus’u çevresinde döner. O’ndan önce, Zünnun için, marifet düşüncesini tasavvufa sokan kişi, denmiştir. Bu da elhak doğrudur. Hasan-ı Basri, Rabiatü’l-Adeviyye, Bayezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi ve ilahi aşk şarabıyla sermest olanların en üstünü Hallac da bu vadinin kadim isimleridir. Bir bakıma, irfani tasavvuf, Cüneyd-i Bağdadi’nin kimi risale ve mektuplarıyla bir tefekkür nizamı olma yönünde ilerlemeye başlamış, adını andığımız ve herbiri İslam semasının yıldızı olan sufilerin olağanüstü gizemli hayatlarıyla büyümüş ve genişlemiş, şeyhlerin en büyüğü olan İbn Arabi ile de kemale ermiştir. Eserleri ve yaşamıyla, bütün bu arif ve sufilerin bir kardeşi addedilebilecek olan çağımızın en büyük arif-i billahı Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri, İbn Arabi için, ‘ulum-ı İslamiyyenin mucizesi’ der. Bu hem şiirsel hem de isabetli bir belirlemedir. Zira, İbn Arabi hazretleri, kendisine olmadık ithamlarla saldıran kadük selefilerin iddia edegeldiklerinin aksine, Kuran ve hadisi, tefekkürünün ana ilham kaynağı ve hareket noktası kılmıştır. Bunun binlerce delilinden biri, Fütuhat’ta, ‘ilm’i, marifet’in üstüne yerleştirmesidir. Şeyh-i Ekber’e göre, ilim, Kuran’da geçen bir kavramdır. Allah, kendisini aynı zamanda Alim olarak izhar ve vasfetmiştir. Marifet kavramı Kuran’da geçmez ve Allah, Kendisi için Arif vasfını kullanmaz. Dolayısıyla, İbn Arabi hazretlerine göre, ilim, marifetten üstündür. Bediüzzaman, bu inceliği de gözönüne alarak, O’nun için, İslami ilimlerin mucizesi nitelemesini kullanır. Üçüncü Said döneminde yapılmış olan bu niteleme, Bediüzzaman’ın, Şeyh-i Ekberi eleştirdiği, üstün bulmadığı ve mesleğini küçümsediği yönündeki iddiaları da çürütür mahiyettedir. Bediüzzaman’ın seyr-i sülukunda üç makamdan ve üç evreden söz edilebilir: Birinci, İkinci ve Üçüncü Said. Gerek vahdet-i vücut (ki, bu tabiri Şeyh-i Ekber kullanmaz, O’na inanılmaz iftira ve isnatlarda bulunan İbn Teymiyye kullanır ilk kez ve Konevi’yle birlikte de irfan sözlüğüne girer) gerekse Şeyh-i Ekber’e ilişkin Üçüncü Said döneminde tümüyle olumlu ve yüceltici ifadelere rastlarız Risale-i Nur’da. İslami ilimlerin mucizesi olan Şeyh-i Ekber, Bistami hazretleri gibi, ‘tesbih ve takdis banadır, şanım ne yücedir’ demediği gibi, ‘ene’l-Hak’ iddiasında da bulunmaz. Bu zevatın, makamları, bu sözleri söylemeye müheyyadır. Bir rivayette (Menakıbu’l-Arifin’de de geçer) ‘Peygamber olmayan fakat kitabı olan’, İslam edebiyat ve tefekkür tarihimizin bir diğer mucizesi Hz. Mevlana’ya, Hz. Şems’in sorduğu soru, Bayezid-i Bistami hazretlerinin bu tarihsel sözüdür. Bu söz, Bediüzzaman hazretlerinin, esbap için kullandığı ‘tenteneli bir perde’ makamında seyreden bir arifin samimi bir itirafı ve vakıasına dayanmaktadır. Yine bir rivayette (Nahşebi de aktarır bunu) aşk şarabıyla sarhoş olan Hallac-ı Mansur’a, idamından önce, ‘bu iddiandan vazgeç, ene’l-Hak’ deme, hüve’l-Hak de, kurtul’ derler, O, ise, ‘ben de zaten öyle diyorum ama siz O’nun gaib olduğunu söylüyorsunuz’ diye cevap verir. Kitabu’l-Tecelliyat’ta Şeyh-i Ekber, bir çok arif-i billah ile hayali görüşmelerini de yazmıştır. Hallac ile görüşmesinde, O’na, Hakk’tan halka indiği fark-ı evvelden sonra; halktan Hakk’a yürüdüğü fark-ı saniyi tamamlayamadığını, tekrar Hakk’tan halka dönerek irşad vazifesini yerine getirmesi gerekirken, sürekli o makamda kaldığını ve böylece ‘evi’ olarak nitelediği bedenini yine şer’i kaygularla hareket eden kimi taassup ehline kurban verdiğini belirtir. İbn Arabi hazretlerinin Tercüman’da anlattığı gibi, aslında Allah’ın üstün velileri, hangi isimden söz etmişlerse, hep O’nun adından kinayedir. Gerçekte sadece O’ndan söz etmektedirler. Ama avam-ı müminin, onların gördüğü makama muttali olamadıklarından bu hakiki kelamları kimi selefi ulema ve fakihler tekfir etme gafletinde bulunabilmişlerdir. Füsusu’l-Hikem, İbn Arabi hazretlerinin son dönem eserlerindendir ve aslında Fütuhat’ta ayrıntılandırdığı temaların düzenli bir toplamıdır. Bu, Doğu’nun Divan-ı Kebir’le birlikte en büyük eseri, ne yazık ki, yine İslami kaygularla en çok eleştiri ve saldırıya uğrayanıdır. İbn Arabi hazretleri, bu eseri, Zat meşrebinden yazmıştır. Bu makamda yazılmış olan bir eserin, bu makamı tahayyül bile edemeyenlerce eleştirilmesi en hafif ifadesiyle yakışıksızdır. Şeyh’in  en çok şerhi yapılmış olan (bir rivayette yüz civarında) bu eseri, her Allah elçisinin bir ‘kelime’ oluşundan yola çıkar ve O’nun mazhar olduğu hakikatin özünü açıklar. Voltaire’in, ‘müslümanlar arasında bir adam çıktı, onu da müslümanlar kabul etmiyor’ ifadesi eğer doğruysa (ki anlam olarak tümüyle doğru) bu acıyı, bugün, Şeyh’in eserlerinden küçük bir rayiha koklamış biri olarak bendeniz fazlasıyla duymaktayım. Modern zamanlarda manen çoraklaşmış, bir çöle dönmüş ve bir samyeli ile tümüyle kurumuş olan edebi yaşamımız açısından bile İbn Arabi ve dünyası, inanılmaz bir gizem sunmaktadır. Hazret, bir ummandır ve bu ummanın kıyısında ve fakat O’ndan tamamen habersiz yaşıyoruz. Kendi doğasının kıyısında yaşayan modern insan gibi, modern(leşmiş) müslüman da, bu irfani gelenekten büyük oranda bihaberdir. Gelenek yayınlarınca neşredilen üç değerli eser, bu habersizliği bir nebze olsun giderir mahiyettedir. İlki nefis bir biyografi olan Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, ikincisi sıkı bir İbn Arabi araştırmacısı ve uzmanı olan Michel Chodkiewich’in Sahilsiz Bir Umman, üçüncüsü ise, Füsus’a yönelik itirazların cevaplandırıldığı, Şeyh Mekki Efendi’ye ait, İbn Arabi Müdafaası. Bu yayınlar, henüz eserlerinin birde biri bile dilimize kazandırılmamış olan Şeyh-i Ekber’i okumaya başlayanlar için bir hazırlık sağlayabilmektedir. Türkiye okur yazarı ne yazık ki İbn Arabi’den haberdar değildir ve bu, gerek edebi gerekse düşünsel yaşamımız için son derece büyük bir kayıptır. Felsefi okumalar yapan müslüman okuryazarlar için özellikle İbn Arabi okumaları zorunludur. O’nun dile getirdiği o engin tefekkür bilinmeksizin, hakikatin izinde bir tefekkür üretmek imkansızdır. Fıkıh ve kelam, Şeyh-i Ekber’e göre, gerekli ama sınırları ve imkanları dar bir alandır. Şeyh, ünlü bir kelam alimine yazdığı bir mektupta, O’nu bulunduğu çukurdan çıkmaya, tasavvuf irfanının denizine dalmaya çağırır. Hz. Peygamber’in emrine niçin uymuyor, nefsi mücahade ve riyazetle meşgul olmuyorsun, diye sorar. Bu oldukça manidardır, zira, dini ve kitabını kuru bir emir ve nehiy toplamı olarak algılayanlar, onun içsel boyutuna dalamayanlar, kendi kişisel doğalarının sınırlarını da taşamazlar. Şeyh’e göre, ilhama açık hale gelmek için bir hazırlık gerekmektedir. Riyazet ve zikir bu hazırlığa imkan veren etkinliklerdir. Dinin batıni boyutuna dalınmaksızın insan, vakıalara açık hale gelemez. Gerçi bu Cenab-ı Hakk’ın bir ikramıdır, bir yazgıdır bu, bir bağıştır ama, her mümin, bu kadere doğru kendisini hazırlama eğiliminde ve iradesinde olmalıdır. Cüneydi- Bağdadi ile çağdaş olan el-Tirmizi, Şeyh-i Ekber’e zemin hazırlamış bir şahsiyettir. ‘Tasavvufun psikoloğu’ diye nitelenen bu zatın kayıp olan ünlü eseri Hatmü’l-Velaye(t), gerçekte Şeyh-i Ekber’in varlığını anlamlandıran ana kavramdır. İbn Arabi hazretleri, kendisiyle birlikte Hz. Peygamber’in velayetteki mirasının hatmolunduğu söyler. Nübüvvet mirası sürmektedir ama velayetteki en büyük ve ‘Hatem’ ünvanına layık Veli kendisidir. Şeyh’in velayet ve nübüvvet teorisine el-Tirmizi’nin düşünceleri kaynaklık eder. Bu arada el-Şibli’yi, Cüneyd’in talebesi olan bu zatı da irfan tarihimiz açısından anmamız gerekmektedir. Menkıbe ve vakıaları dillerde dolaşan bu büyük arif dışında yine Cüneyd’in bir başka öğrencisinden, Şeyh’in adaşı olan Ebu Said İbn el-Arabi’den de söz edilmelidir. Bu zatın, Tabakat-ı Nussak adlı bir eserinden söz edilir. Onbirinci asır, tasavvuf irfanının büyük sıçrama çağını işaret eder. İrfan tarihinin kilometre taşlarından biri olan el-Kuşeyri ve ünlü Risale’si bu çağda karşımıza çıkar. Bu yaygın ve haklı bir üne sahip olan eser, sonraki sufileri hayli etkilemiştir. Claude Addas’tan izlersek, sufinin, Allah’ın iradesine samimi itaat içinde (ihlas), riyazet ve tefekkür dolu bir hayatla, Allah’ın kelamı, Peygamberinin yaşamı ve Rabbinin kendisine lütfetmeyi seçtiği inayetin muhatabı konumuna yükselmiş olduğunu görürüz. Manevi miracın çeşitli durumlarından ve aşamalarından geçerken Rabbiyle kurduğu özel ilişkinin birçok deliliyle, yani kerametle karşılaşır sufi. Bu kişisel deneyimler, onun fazilet mabedinin dördüncü sütununu oluşturur. Bu şekilde kılavuzluk edilen ve inayete mazhar olan sufi, bu fani hayatta bile bekanın bir anlık tezahürünü kazanmayı umut edebilir; kendisinden geçerek Rabbinde yaşama bilincine ulaşabilir. Bu, yakın zamanlara kadar tekkelerin girişinde yazılan, ‘hiç olursan’ ile, çıkışında yazılan, ‘hep olursun’ cümlesiyle özetlenen bir deneyimdir. Bu yüzden her hattat mutlaka bir ‘hiç’ yazar. Hiç olunmadan hep olunamaz, bu, Allah’ın koyduğu bir yasadır. Bu metafizik ilkeye uyan Allah velileri, Cüneyd’in (ra) tarif ettiği hali yaşarlar. Hz. Cüneyd’e tasavvuf nedir diye sorulunca şu cevabı vermiştir: ‘Allah’ın, seni sende öldürerek, Kendisi için diri kılmasıdır.’ İster, giydikleri yün (suf) abadan isterse başka bir yerden ve anlamdan gelsin, sufilerin kökeni, Allah’ın ilksel öğretisinden bugüne, hakikatin batıni yönünü kavrama eğilimidir. Basra’nın ünlü kadın evliyası Rabiatü’l-Adeviyye, Rabbiyle özel bir hal içinde bulunurken ve nefsini tümüyle O’na, O’nun takdir ve iradesine bağlamış bir halde yaşam sürerken, tam da bu eğilimi somutlaştırmaktadır. Bir gün hasta bir haldeyken bir veli dostu gelir ve niçin şifa için Rabbine dua etmediğini sorar. Rabia’nın cevabı şöyledir: ‘O’nun takdiri benim hastalığım ise, şifa isteyerek takdirine aykırı bir talepte bulunmam ayıp değil mi?’ Bu makam ve hale ne ad verilir bilemiyorum ama, hayatından bu denli razı bir insana kuşkusuz Allah hikmet bağışlamıştır ve Allah, hikmet verdiğine çok hayırlar vermiştir. Rabbini kendi ruhunda idrak eden Bayezid-i Bistami veya Hallac-ı Mansur, hangi sermest olursa olsun, bize, aslında Hz. Adem’le başlayan bir hikemi ve irfani geleneği kendi hayatıyla yeniden göstermektedir. Şeyh-i Ekber’in dediği gibi, insan Rahman’ın aynasıdır. Bu büyük mistikler de, Allah’ın birer saf ve mücella aynalarıdır. Ezeli ve ebedinin, zamanda başlangıcı olandan ayrılması demek olan tevhid, insan düşüncesinin ulaşabileceği en üstün düzeydir ve manevi makamların da en yücesidir. Bir eserinde, ‘marifetin en yüksek mertebesi olan tevhid’ biçiminde bu hakikati dile getiren Bediüzzaman hazretlerinden de bir kez daha öğreniyoruz ki, insan-ı kamil, Cenab-ı Hak’tan rahmet, merhamet, şefkat ve marifeti alır, hakikatin minyatür hali olarak, mahlukata ve mevcudata iade eder. Adeta, bir cereyan semadan bir santrale inmekte ve oradan dağılmaktadır. Bediüzzaman’ın Erek dağındaki yaşamı sırasında, hayvanlara ve bitkilere, öğrencilerini bile şaşırtıcı şekilde, aşırı duyarlı ve merhametli davranmasını ancak bu hakikatle kavrayabiliyoruz. Çünkü Şeyh-i Ekber bize, ondan sekiz asır önce, insan-ı kamilin, hayvanata, nebatata hatta maadine bile merhamet verdiğini söylüyor. Yeryüzünün halifesi olma keyfiyetini bu hal, bize yeterince açıklıyor ama, bizim, modern(leşmiş) zihinlerimize ve alabildiğine yüzeyselleşmiş ve azalmış olan müslüman saatlerimize sığışmıyor. Bugün günlük sözlüğümüzden çekilmiş veya iğdiş edilmiş (Bediüzzaman’ın çabaları ve eserleriyle pek çoğu zihin dünyamıza yeniden giren) kavramlar, ihlas, tevbe, halvet, uzlet, takva, vera, zühd, samt, havf, reca, hüzün, huşu, kanaat, tevekkül, şükr, yakin, murakabe, rıza, ubudiyyet, irade, istikamet, sıdk, haya, zikr, feraset, gayret, dua, fakr, edep, sohbet, muhabbet ve şevk gibi keyfiyetlere alabildiğine uzaklaşmış bulunuyoruz. İşte, Şeyh-i Ekber, tefekkür alanı içerisinde, bu ve daha yüzlerce kavramı toplamıştı. O’nun muazzam müellefatının bir bölümünün bile dökümü yapıldığında, bu görülebilecektir.
Sadık Yalsızuçanlar

Sadık Yalsızuçanlar

DİĞER YAZILARI Günün Işıma Sancısı Hayat Ve Film Derin Sularda Boğulmayan Hikaye Dağı Delen Irmak Akmaya Devam Ediyor Sabır Ve Öfke Mustafa Tatcı Derin Sularda Boğulmayan Hikaye Aşk Dini Kemalizmin Çoğullukla İmtihanı : Dersim 38 ‘Can tende emanettir’ Sabrın Öfkesi 'Her melek zalimdir' Ben Kerbela’yım ‘Can tende emanettir’ Galata’dan Avatar Said Nursi, Che ve Edith Piaf-Bütün Ölü Zamanlar- Harfler Ve Sırlar Hacı Bektaş-ı Veli Taş, Tarih ve Bilinç : Ankara Kalesi’nde Bir Bilge Onlar bizim cennetimiz... İnsan Şairane Oturur Yeryüzünde Ne Nurdan Ne Çamurdan… O’nun Gözü, ‘Büyük Sanatkarlık’taydı… Ailenin Ruhu “Sen ordasın... Acının Arkeolojisi Bir İç-Duyum Hali : Hayret Hacı Bektaş-ı Veli Ve Alevilik İnsan Şairane Oturur Yeryüzünde Uzun’u Hatırlarken Nefsini Bilen Rabbini Bilir kaybettiğimiz neyse rabbim verdiğin şiirler geri getirsin bize Sol’un Ergenekon’la İmtihanı Bir Aydın Namusu : Cemil Meriç Çelikhan’da Birkaç Gün Bir Karşı Tarih Yazımı : ‘Son Devrin Din Mazlumları’ Demokratik Açılım’ın Said Nursi Boyutu ‘Biz’ derken neyi kastediyoruz? Hayat Mayat Diyorlar Sezai Karakoç ve İrfani Gelenek ‘Dağlarda ateşler yandıkça / Karanlıktan korkulmaz’ Vicdan ve Adalet Sorunu Olarak Ermeni Meselesi “Ben Ne Doğuluyum Ne Batılı…Güneşim Ben” Şam’dan Darende’ye Erdemli Kentler Yüzyılın Başında Duran Büyük Bilge : Bediüzzaman Adalet ve Zulüm ‘Anadolu Mayası’ ‘Çelikhan Diye Bir Yer’
NAMAZ VAKİTLERİ
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
BURÇ YORUMLARI
  • KOÇ
    Koç Burcu
  • BOĞA
    Boğa Burcu
  • İKİZLER
    İkizler Burcu
  • YENGEÇ
    Yengeç Burcu
  • ASLAN
    Aslan Burcu
  • BAŞAK
    Başak Burcu
  • TERAZİ
    Terazi Burcu
  • AKREP
    Akrep Burcu
  • YAY
    Yay Burcu
  • OĞLAK
    Oğlak Burcu
  • KOVA
    Kova Burcu
  • BALIK
    Balık Burcu
ANKET OYLAMA TÜMÜ
Sitemizi nasıl buldunuz?
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA