DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Misafir Köşe
Misafir Köşe
Giriş Tarihi : 31-12-2011 18:16

Sorumluluk siyasi iradenindir

Lamı cimi yok; sorumluluk siyasi iradenindir, AK Parti’nindir. İktidar, öncelikle olayın sorumluları tespit etmeli, hesaba çekmeli, cezalandırmalıdır. Ve Devlet, vakit kaybetmeksizin oğullarını kaybeden analardan özür dilemeli, kan bedelini ödemelidir.

Uludere katliamının, Kürt sorununu barışçıl bir yöntemle çözme iradesini ısrarla beyan eden hükümeti de zor bir duruma düşürdüğü kesin. Demokratik açılımın yeniden başlayacağı bir süreçte bu “yanlışlık”; bölge insanının siyasete ve iktidara olan güvenini sarsmasının yanında, operasyonlarla iyice köşeye sıkışan PKK’ya da can simidi, hayat öpücüğü olmuştur.

Ramazan AKKIR

İngilizce yayın yapan Kürt Rudaw adlı internet sitesine konuşan Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Leyla Zana “İşin başında özerklik istediğimiz doğrudur; ama bugün Türkiye’deki Kürtler, özerkliğin yetersiz olduğunu düşünüyor. Bana kalırsa Kürtler, kendi kaderlerini kendileri tayin etmeliler” dedi ve kıyamet koptu. Güzide medyamız, Zana’nın dilinin altındaki baklayı çıkardığı kehanetinde bulundular. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce ise, “Türkiye Cumhuriyeti savaş meydanlarında kuruldu. Bedelini ödersin, gelir alırsın”, MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural da, “Bülent Arınç ile Zana’nın ifadeleri ve sözleri arasında ne fark var?” sorusunu bir taşla iki kuş vurmak için kullandı. Peki, özerklik talebiyle yetinmeyen ve Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etmeleri gerektiğini söyleyen Leyla Zana’ya kızmakta haklı mıyız? Hatta özerklik veya bağımsızlık talebiyle dağın yolunu tutan Kürt gençlere kızmaya ve onların tepelerine bombalar yağdırmaya ne kadar hakkımız var?

17 bin 500 faili meçhulün bulunduğu, öldürülmesi gereken Kürt işadamları listesinin elden ele dolaştığı, MGK’da ölüm kararlarının alındığı, inkâr, asimilasyon, zorunlu göç, işkence ve benzeri uygulamaların sıradanlaştığı bir ülkede Kürtler, bin yıllık kardeşlik söylemi ile Türkiye Devleti’ne bağlılıklarını devam mı ettirmeliler? Kürtlerden ne adına ‘sadakat’ beklenmektedir? Bu kanlı sorunun tarihi, bu soruların cevabını da içeriyor.

Talepler Zamana Yayılırken Konuşan Bombalar…

Kürt sorununun PKK ve şiddet sarmalına evrildiği dönem, 12 Eylül 1980’dir. 12 Eylül, devletin leviathan bir canavara dönüştüğü ve siyasal sisteme balans ayarı yaptığı bir dönem… Güvenlik perspektifinin kristalleştiği; ölümün ve işkencenin sıradanlaştığı bir dönem… Diyarbakır Cezaevi de, insanların ruhlarının işkence ile ipotek altına alınmaya çalışıldığı bir “hapishane”… Ancak Michael Foucault’a göre iktidarın mikro fiziği olan hapishaneler, suça eğilimi artırır.

Cumhuriyet tarihinde siyasal sistemin açmaza sürüklendiği bir dönemin ifadesi olan 12 Eylül, Türkiye’ye PKK gibi bir armağan bıraktı. Bu döneme kadar sıradan bir örgüt olan PKK, “meşruiyetini” 12 Eylül rejiminin insan hak, hürriyet ve onurunu ayaklar altına alan insanlık dışı icraatlarından aldı. Yolu Diyarbakır Cezaevi’ne düşenler, dönemin tanıkları, o kahpe günleri şöyle anlatıyorlar: “Koğuşlardan hücrelere alınan mahkûmlar, demirlere bağlanarak, kalaslarla, zincirlerle ağır işkencelere maruz bırakıldı. Bu uygulamalarda mahkûmların çoğu kan kusuyordu. İşkence sahneleri diğer mahkûmlara da izletiliyor, bu görüntülere dayanamayıp başlarını çevirenler işkence sırasına alınıyordu. Bazı mahkûmlar işkencelere dayanamayarak intihar ediyordu. Mahkûmlar hücrelere sıkıştırılıyor, üzerlerine lağım suları dökülüyor, koğuşlarda kimi mahkûmlara fare ve insan dışkısı yediriliyor, koğuşlarda birbirine tecavüz etmeleri için işkence yapılıyordu. Ölüm orucu ve diğer direnişlerde bulunan tutuklu ve hükümlüler, ölümü kurtuluş olarak görüyordu.” İnsan dışkısının yedirilmesi, tırnakların sökülmesi, tecavüz ve sokak ortasında infazın “vakayı adiye” olduğu bir dönem…

12 Eylül döneminde, birçok Kürt aydın ve siyasetçinin yolu cezaevine ve özellikle Diyarbakır Cezaevi’ne düşer. İşte, bu dönemde yolu Diyarbakır Cezaevi’ne düşenlerden birisi de Kürt siyasetinin etkili aktörlerinden olan Ahmet Türk’tür. İşkenceden o da nasibini alır; işkencenin çığlıklarının sokaktan duyulduğu bir zamanda işkence ile tanışır Türk, her Kürt gibi… Siyasal sistemin raydan çıktığı o dönemleri şöyle anlatıyor: “Çığlıkları mahalle sakinleri bile duyuyordu. Diyarbakır’a geldiğimde ve cezaevinin yakınlarından geçtiğimde tüylerim diken diken oluyor.” Sizler, hiç böylesi keskin bir acıyı yüreğinizde hissettiniz mi? Yaşadığınız toprakların ruhunuzun derinliklerinden hiç çıkmayan acılar bıraktığı oldu mu? Yüzleşemediğiniz, her hatırlayışınızda içinizi ürperten o ruha çivili acılar… İşkence, insan hakları ihlali, tecavüzler, asimilasyon, inkar ve “yanlışlık” ile yapılan katliamlar Kürt sorununu derin bir çıkmazın eşiğine sürüklemiştir. Ve artık Kürtlerden sadakat beklemeye hakkımız yok…

İnsan haklarını ve onurunu ayaklar altına alan Diyarbakır Cezaevi gerçeği dışında Kürt sorununu çözümsüzlüğe iten bir diğer önemli gerçek de, henüz sayısında anlaşamadığımız zorunlu göç olgusudur. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yapılan ve 2006 yılında yayınlanan ‘Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması’na göre, 1986-2005 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki 14 ilin köy ve şehirlerinden “güvenlik nedeni” ile 953.680 ile 1.201.200 arasında kişinin göç ettiği tahmin edilmektedir. Çünkü hâlâ birçok kamu görevlisi ve devlet yetkilisi, bir üniversite tarafından yapılan bu ve benzeri araştırma sonuçlarına itibar etmemekte ve “yerinden olanlar”ın sayısının 358 bin civarında olduğu konusunda ısrar etmekte… Sanki rakam biraz küçük olunca yapılan uygulama, meşru hale gelecek…

Oysa zorunlu göç mağdurlarının şu andaki sayısı ne 300.000 ne de 1.000.000 civarındadır. Zorunlu göç sonucu oluşan yoksulluk ve işsizlik koşulları göz önüne alındığı takdirde, son 15 yılda bu yaşam koşullarının içinde doğan çocukların da birer zorunlu göç mağduru olduğu acı gerçeği ile karşılaşırız. Devlet aygıtlarının baskısı ile göçe zorlanan bölge insanları ve yeni kuşaklar, sağlıktan ekonomiye eğitimden tarihe kadar birçok alanda mağduriyeti yaşamışlardır. İnsanı yaşatması gereken Devlet, neredeyse Cumhuriyet tarihi boyunca bölge insanını acının, haksızlığın ve vahşetin girdabına sürüklemiş; ölümü sıradanlaştırmıştır.

Başlangıçta fakirlik ve cehaletin oldukça büyük etkisinin bulunduğu Kürt Sorununu, “12 Eylül Rejimi”nin despotik uygulamaları ve zorunlu göçün eğitime olumsuz etkileri terörün besleneceği uygun zeminler ortaya çıkarmıştır. “Akmakta olan kardeş kanıdır. İster güvenlik güçleri ve askerler, ister ona silah doğrultan “kandırılmış gençler” olsun, hepsi bu ülkenin çocuklarıdır” diyen CHP’nin eski MYK üyesi Algan Hacaoğlu’nun hazırlamış olduğu “Demokratikleşme ve Doğu-Güneydoğu Anadolu Kalkınması Temel Politikaları” isimli raporu da zorunlu göç gerçeğinin eğitim boyutundaki trajedisini gözler önüne serer. OHAL Valiliği’nin 2000 yılı verilerine göre, bölgede 1.259 okul güvenlik nedeniyle, 944 okul da öğretmensizlik ve eksiklikler nedeniyle eğitime kapalıdır. Diyarbakır’da, kentte yaşayan ilkokul çağındaki çocukların ancak yüzde 52.4’ü okula gitmekte, orta öğretim çağında bu oran yüzde 34.3’e kadar düşmektedir. Tehlikenin ve bataklığın büyüklüğünü görebiliyor musunuz? Demokratikleşme hamlelerini dışlayan güvenlikçi perspektifin ülkeyi getirdiği yer bu çıkmaz sokaktır. Zorunlu göç, insan haklarını ve onurunu ayaklar altına alan uygulamalar, terörün “yeşil vadi”si, terörü besleyen bataklıktır. Bu siyaset bu bataklığı kurutulmadığı müddetçe, dağlara ne kadar bomba yağdırırsak yağdıralım sonuç değişmez; dağa eğilim devam eder, terör katmerleşerek büyür.

Uludere’de 35 köylü neden öldürüldü?

Peki, devletin günahları zorunlu göç, iskân veya işkence ile mi sınırlı? Yaşadığımızı günler, devletin günah galerisinin oldukça kabarık olduğunu bir kez daha tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Güvenlik perspektifin geldiği son nokta ve leviathan devletin işlediği son cinayet, kaçakçılık yapan köylülerin Uludere’de “yanlışlıkla” katledilmesidir. Tıpkı Ahmet Arif’in şiirinde dediği gibi: “Şifre buyurmuş bir paşa / Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız /…/ Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız / Karşıyaka köyleri, obalarıyla / Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, / Komşuyuz yaka yakaya / Birbirine karışır tavuklarımız / Bilmezlikten değil, / Fıkaralıktan / Pasaporta ısınmamış içimiz / Budur katlimize sebep suçumuz, / Gayrı eşkiyaya çıkar adımız / Kaçakçıya / Soyguncuya / Hayına…” Evet, adı eşkiyaya, adı hayına çıkanlardan 35’i “yanlışlıkla” öldürüldü. Bu Devlet, insanını “yanlış” ölümlerden koruyamıyor. Peki, insanını yanlış ölümlerden koruyamayan bir devlet; Merkez ülke olmaktan, Esad’a hesap sormaktan, ekonomik büyümenin hızından ve istikrardan bahsedebilir mi?

Olayı ilk duyduğum anda, “eyvah” dedim, “yoksa yeni bir komplo ile mi karşı karşıyayız?” diye sordum kendime. Çünkü ne zaman bu ülkede iyi şeyler olsa, ülkenin demokratik standardını yükseltecek reformlar yapılmaya başlansa; bir yerlerde ya bombalar patlar, ya da bir aydın suikasta uğrar, faili meçhule kurban gider. Ancak şimdilik yapılan açıklamalar trajikomik; kaçakçılık yapan köylülerin kazara veya yanlışlıkla bombalandıkları söyleniyor… Böyle bir süreçte, bu kadar basiretsizlik sizce de biraz fazla değil mi?

33 masum köylüyü kurşuna dizen Mustafa Muğlalı’nın hafızalardaki tazeliğini tüm canlılığı ile koruduğu bir dönemde 35 insanımızın vahşice öldürülmesi, devlete ve iktidara duyulan güveni zedelemiştir. Uludere’de pasaporta içi ısınmayan, adı kaçakçıya çıkan ve “yanlışlıkla” 35 insanımızı öldürenlerin Muğlalı’dan bir farkı olamaz. Peki, NATO kuvvetlerinin “yanlışlıkla” Afganistan’da sivilleri vurmasından bir farkı mı var?

Uludere katliamı, Kürt sorununu barışçıl bir yöntemle çözme iradesini ısrarla beyan eden hükümeti de zor bir duruma düşürdüğü kesin. Demokratik açılımın yeniden başlayacağı bir süreçte bu “yanlışlık”; bölge insanının siyasete ve iktidara olan güvenini sarsmasının yanında, operasyonlarla iyice köşeye sıkışan PKK’ya da can simidi, hayat öpücüğü olmuştur.
Lamı cimi yok; sorumluluk siyasi iradenindir, AK Parti’nindir. İktidar, öncelikle olayın sorumluları tespit etmeli, hesaba çekmeli, cezalandırmalıdır. Ve Devlet, vakit kaybetmeksizin oğullarını kaybeden analardan özür dilemeli, kan bedelini ödemelidir. Geçen her günün Türk-Kürt kardeşliğinin arasındaki uçurumu daha da derinleştirdiğini de unutmayalım.( [email protected])

Sakarya Üniversitesi, Doktora.

NAMAZ VAKİTLERİ
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
BURÇ YORUMLARI
  • KOÇ
    Koç Burcu
  • BOĞA
    Boğa Burcu
  • İKİZLER
    İkizler Burcu
  • YENGEÇ
    Yengeç Burcu
  • ASLAN
    Aslan Burcu
  • BAŞAK
    Başak Burcu
  • TERAZİ
    Terazi Burcu
  • AKREP
    Akrep Burcu
  • YAY
    Yay Burcu
  • OĞLAK
    Oğlak Burcu
  • KOVA
    Kova Burcu
  • BALIK
    Balık Burcu
ANKET OYLAMA TÜMÜ
Sitemizi nasıl buldunuz?
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA