DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Önder Gümüş
Önder Gümüş
Giriş Tarihi : 02-05-2021 00:30

ÜÇ ANTİK UYGARLIĞIN GÖZETİCİSİ: ZERBAN

Zerban, kutsallığı ile bilinen bir mekan. Tarihteki gelişmelere baktığımızda, bu tür kutsal mekanların Anadolu ve Mezopotamya’daki geçmişi M.Ö. dört bin yıllarına kadar gider, yani Sümerlere. Kutsal mekanlar, iki bin yıl kadar süren Sümer şehir devletleri uygarlığından özenle günümüze kalmış kültürün en seçkin yanıdır.  

İbrahim’in soyundan geldiğini iddia eden Araplarla İsrailoğulları başta olmak üzere Sami halklarından oluşan Akad’lar güneybatıdan Sümer uygarlığını istila etti. Sümer uygarlığına son verdikten sonra Mezopotamya’da iki yüz yıl kadar kaldılar. Kutsal mekanları yakıp yıkmaya başladıklarında Sümer kültürü de Mısır’a, kısmen de Anadolu’ya iltica etmek zorunda kaldı.

Derken kuzey dağlarından Mezopotamya ovalarına inen Gutiler, kısa sürede, merkezi devlet yapısına sahip tarihin ilk imparatorluğu olan Akadları yıktı. Bu iki taraf arasındaki kavgalarda olan kutsal mekanlara oluyordu. Akadlar çekilirken, Kurtuluş Savaşında Yunanlıların Anadolu’dan çekilirken yaptığı gibi, kutsal mekanlar ve ortak yaşam alanları başta olmak üzere her şeyi yakıp yıkıyorlardu.

Hepsi olmasa da önemli kısmı Mısır’a çekildi. Araplar ana vatanları olan Hicaz bölgesine döndü. İsrailliler ise Mısır’dan da sürülünce, bu kez Musa’nın önderliğinde Filistin’e gitti. Ancak akılları Mısır’da ve Mezopotamya’da kaldı. Buralardaki verimliliği bildikleri için Fırat ile Nil arasındaki bu altın hilali, tanrının kendilerine vaat ettiği topraklar olarak kutsal kitapları Tevrat’a tanrıları adına kayda geçtiler.

Mekke’deki Kabe o günlerin bir eseridir. Her ne kadar Araplar mezara ve kutsal mekana karşı olsalar da kendince bir ticaret kavşağında bulunan Mekke’de, İslam dini gelmeden iki bin küsur yıl önce Kabe gibi kutsal bir mekana ihtiyaç duymuşlardır. İslam gelmeden binlerce yıl önce Araplar Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyorlardı. Hatta oranın Kıble olarak belirlenmesinde de Hititler döneminde Anadolu’dan oraya götürülen ana tanrıça Kibele heykelinin rolü olmuştur. Kibele heykeli Kabe’ye konmuş ve Araplar namaz kıldıklarında yönleri daha çok Kibele heykeline dönüktü. Arapçada Kibele kelimesi Kıble şekline dönüşmüş, Kibele Kıble olmuştur.

Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedinin kutsallığı da o dönemlerden geliyor.

O günkü Akad İmparatorluğunun asli unsurları olan bugünkü İsrailliler, Aramiler ve Araplar amca çocuklarıdır. İsrailliler Kudüs’te, Araplar Mekke’de bu kutsal mekanların etrafında kent kurup korumaya alabildikleri için üstünü kapatmadılar. Çünkü yerleşik hayata geçmişlerdi o kentlerde. Lakin bu iki toplumun sermaye sınıfları, kutsal mekanları toplumun ortak yaşam alanı olmaktan çıkarıp, tanrıları adına insanlara egemen olma ve onları sömürme aracına dönüştürdü. Ne bin yıl sonra gelen Hz. Musa Yahudileri, ne de iki bin yıl sonra gelen Hz. Muhammed Müslümanları bu tavrından vazgeçirebildi.  

Bu sınıfsal çıkarlarını ilelebet güvenceye almak ve dünyada çoğalan insanlar üzerinde daimi bir hakimiyet kurmak için de kutsal mekanları tanrılarının evine dönüştürdüler: Yahudiler Süleyman Mabedini Rab’ın evi,  Araplar da Kabe’yi Allah’ın evi ilan etti. Bu kültü Mısır’dan almışlardı. Rab eski Mısır’da güneş tanrısı olan Ra’dan, Allah da Al’ilah olan ay tanrısından geliyor. Onun için Yahudilik Davut Yıldızı ile sembolize edilir, kastedilen yıldız güneştir. İslam’ın sembolü ise ayın hilal halidir, yani aydır.

Mısır, Sümer’in yeryüzünde yarattığı kutsal ve yaşamsal değerleri gökyüzüne taşıyarak anlamlandırmaya çalışmıştı. Zira Mısır Sümer’den sonra kurulmuşsa da uygarlığını astronomideki ilerlemesine borçluydu. Mısır halkı Kıpti idi, ne Arapları ne de İsraillileri sevmiş olmalı ki yol yorgunu demeden her iki kavmi de ülkesinden kovmuştu.

Piramitlerden ve sfenkslerden anlaşıldığı gibi Mısır uygarlığı da kutsal mekanlar üzerinde yükselmiş ve dünya durdukça da ayakta kalabilecek eşsiz bir bilim ve sanat uygarlığıdır. Bu yönüyle Sümer’den etkilenmiş ve Sümer’i aşmış bir uygarlıktır.

Üç semavi dinden birisi olan Hıristiyanlık da aşağı yukarı diğer ikisinin zuhur ettiği yerden çıkmıştır. Tarihteki adıyla Akad, etnik kökeni de yine Sami olan Aramilerin ürettikleri bir dindir. Kutsal mekanları önce yoktu. İsa’nın “Aziz” diye tanımladığı havarileriyle dünyaya tebliğde bulundular. Ancak taraftar bulup güçlendikten sonradır ki onlar da katedral ve kilise adıyla her yerde kutsal mekanlarını oluşturdular. Bu kez Müslümanlar Hıristiyanlardan ve Mecusilerden etkilenerek minareli ihtişamlı camiler yaparak dini onlardan daha fazla hayatın merkezine taşıdılar.

Havra, kilise, cami yokken çok önceki zamanlarda, kutsal yapılar ve mekanlar bitmek bilmeyen savaşlarda tahrip edilmeye başlanınca, bunların zarar görmemesi için üstünün taş veya özellikle de toprakla kapatılmasına ihtiyaç duyuldu.

Bunu ilk düşünenler ve hayata geçirenler, güneydoğu Avrupa’dan kalkıp Trakya üzerinden doğu ve güneydoğu Anadolu’ya kadar gelen Frigyalılar oldu. Sümerlerden ve Hititlerden kalan Anadolu ve Trakya’daki tüm kutsal mekanların ve nekropol alanlarının üstünü toprakla örtüyorlardı. Yüz yıllar içinde bu kutsal mekanları korumaya alma yöntemi her yerde kabul gördü. Bu koruma geleneğini, bu kez bir Hint-Avrupa halkı olan ve doğudan gelip Anadolu’nun batı yakasına yerleşen Lidyalılar sürdürdü.

Şimdi yeniden dönelim Bulam’daki kutsal bir mekan olan Zerban’a ve yanı başındaki kale dediğimiz tümülüse. Bunu daha iyi anlayabilmek için, Bulam’ın konumuna bundan birkaç bin yıl öncesinden bakmak gerekiyor.

Dört bir yanı meşe ve ardıç ormanlarıyla kaplı yüksek dağlarla çevrili çanak bir ova. Karasal iklime sahip olsa da aşırı soğuktan ve sıcaktan muaf olması. Bu iklim koşullarında yetişen hemen her tür meyvenin gen merkezi olması. Zengin bir bitki florasına ve hayvan faunasına sahip olması. Ovanın iki batı ucundan çıkan, birbirlerine doğru nazlanarak akan, kibarca kucaklaştıktan sonra da birlikte istemeye istemeye ovayı aşıp gözden kaybolan iki büyük su kaynağının olması. Hem yaylak hem kışlak olan böyle şirince bir memlekette kim yaşamak istemez ki!

Bu memleketin doğasına anlam katan Havşari’ pınarına da bir bakalım isterseniz: Bulam ve çevre halkı Havşari için “Gavure Babilli il lı vıdareviye (Babilli Gavur oradaymış, orayı mesken tutmuş)” der. Babil dedikleri komşu köy değil ki, M.Ö. Mezopotamya’da bin yıldan fazla hüküm sürmüş bir imparatorluk! Hititlerin arada bir geri çekildiği dönemlerde bölgemiz Asurlulardan daha fazla süre Babillilerin etki alanına girmiştir. Havşari’yi mesken tutacak olan kişi de her halde sıradan bir Babilli değil, kral olmasa da kralın bölgeyi yöneten temsilcisidir en azından. Bu kişi ve maiyeti Zerban’da değil de Havşari’de yaşamışsa demek ki ondan daha kudretli olanlar da Zerban’ı mesken tutmuşlardır. Çünkü Zerban konum itibariyle Havşari’den daha ferah ve daha cazip bir yer.

Yerel dilde “Havş”, etrafı çitle, taş duvarla çevrili korunaklı alandır. “Or”, kalıcı olmamak üzere mevsimin belli bir süresinde yaşamak için konaklanan yer anlamındadır. Or’un sonundaki “i” takısı da aidiyet belirtir. Dolayısıyla Havşari, “Korunaklı Meskûn Mahal” olarak anlamlandırılabilir. Coğrafi konumu da onu gösteriyor zaten. Sözcüğün Türkçe kurulumuna bakarsanız “Havşori”, Farsça veya yereldeki Kürtçe kurulumuyla da “Or’i Havşe” şeklinde telaffuz edilir. Örneğin Çamlıyayla Mahallesinin eski adı olan “Oriorte” de olduğu gibi.

Havşari’nin adıyla ilgili ikinci yaklaşım Şaman’dan geliyor: Türk Altay kültüründe ulu ağaç, sıra dışı şekli olan kaya, dağların tepelerin zirvesi ve su kaynakları kutsaldır. Bunlar dişi veya eril olarak sınıflandırılır ve isimlendirilir, hepsine birden de “Er, Evliya” denir. Hepsi birer ziyarettir. Mesela Zerban dişi, Havşari erildir. İkisi de er-evliyadır. Farsça-Kürtçe söylenince “Er’i Haşve” Türkçe söylenince de “Havşeri” olmaktadır.

Bu makaleyi tamamlamak üzereyken ilkokuldan sınıf arkadaşımız tarih profesörü Faruk Söylemez’in “Osmanlıdan Günümüze Bulam” adlı makalesi bize ulaştı. Makalede, Bulam’a bağlı birkaç mezradan birinin adının “Avşari” olarak geçmesi dikkatimizi çekti, Ancak makalede geçen Avşari’nin bugünkü haliyle neresi olduğu belirtilmemiş. Bu da ister istemez konumuzla ilgili bir ihtimalin daha olabileceğini hatırlattı bize. Avşarlar, Anadolu’ya yayılmış kalabalık, Kızılbaş bir Türkmen aşiretidir. 16. Yüzyılın başından itibaren Osmanlıya karşı Türk Safevi devletinin yanında yer almıştı. Eğer makalede Avşari adıyla geçen mezra, bu kaynağın yakınlarında yerleşik bir yer ise ve Avşarlar herhangi bir dönemde buralarda konaklamışlarsa, “Avşar’a, Avşarlara ait” anlamına gelebilecek bir isim de olabilir, Havşari.     

“Havş” kelimesine daha yakın bir zamandan da bakabiliriz: Kurudere’nin sağındaki tepecikte de bir havş vardır. Azerbaycan’dan gelen ve Peygamberin soyundan geldiklerini, mürşit olduklarını söyleyen dede sülalesinin büyükleri, geldikleri günden itibaren bu tepedeki ovaya hakim yerde oturup vakit geçirmişler, belki transa geçmişler, neticede bir aidiyet hissi uyandırmışlar sonra da ölülerini oraya defnetmişler. Bu kez onların Peygamber soyundan geldiğine inanan halkın onlara karşı kutsallığa varan saygısı, etrafını taş duvarla çevirdikleri mezarlarının olduğu alana da duyulmuş. Ve artık orası “Kurudere Ağuçen Havşı” olarak öteden beri taliplerince kutsal mekan olarak ziyaret edilmektedir.               

Buradan şöyle bir sonuca varıyoruz: Alevi kültüre mensup Bulam ve çevresinde eski Ural Altay, eski İran ile eski Mezopotamya’daki Sümer, Babil ve Asur kültürleri bir arada ve birçok yönden hala canlı tutulmaktadır. Bu kutsal mekanların er, evliya ve ziyaret olarak tanımlanması ister istemez bize eski Mezopotamya’daki “Ziguratları” da hatırlatıyor. Ziguratlarda olduğu gibi bu çevredeki kutsal mekanların en önemli işlevi, insanları Tanrı ile buluşturmalarıdır. Hastalıklardan, kötülüklerden, günahlardan arınmak, dileklerine karşılık bulmak için Tanrıya dua ettikleri, karşılığında da Habil’in sunumundaki gibi yağ ve protein içeren kurbanlarla Tanrıya teşekkürlerini sundukları mekanlardır.    

Tekrar gelelim Zerban’a: Zerban’la ilgili şu ayrıntıyı atlamamak lazım: Define avcılarından etkilenmiş kimi insanlar, Zerban adını, “Zer’il banne”, yani “Altın kırsalda, (altın o yamaçlarda)” ya da “Zer ban” yani “Altını götürün” şeklinde analiz etmektedirler.

Oysa Zerban Farsçadan geliyor. Zer (Altın) ile Banu (Kraliçe, Hanımefendi) kelimelerinin birlikte kullanılarak, “Zerbanu” yani “Altın Kraliçe, İlk Kadın yani First Lady veya Hanımefendi” şeklinde okunmasını gerektirmektedir. Ayrıca ekseriyeti Yörük, Türkmen ve İranlı olan Bulam halkı ile yine ekseriyeti İran kökenli olan Kavi Aşiretinin Alevi kesiminin tamamı tarafından, batıni bir sır olarak bilinen Zerban avatarının bu insanların hayallerindeki nesnel görünümü, “Apak cemalinde çocukluk masumiyetini henüz üzerinden atmamış, altın sarısı saçlarının ayak topuklarına değdiği beyaz pelerinli bir kız veya bir genç kadın” olarak anlatılır.

Bir de, Ural Altay ve Hint Avrupa dilleri kökeninden durumu ele alalım: Türk ve Altay mitolojisinde Eje, Eski Sümer’de de “Ecem”, “İlk kadın” yani “Birinci Kadın” anlamını taşıyor. Bunların ikisi de bugün “Ece” olup, monarşilerde “Kraliçe, Prenses, Sultan” sıfatıyla hanedan ailesine mensup kadınlara atfen, demokrasilerde de “First Lady, Hanımefendi” sıfatıyla devletin en yetkili kişisinin eşine atfen kullanılmaktadır. Eski Farsçada Pan kökünden gelen ve “Gözeten, güden” anlamını taşıyan sözcük, bugünkü Farsçada “Banu” halini alsa da yöremizde kullanılan Kürtçede her nasılsa olduğu gibi korunmuştur. Yani “Pan” eski Farsçadakiyle aynı ses ve aynı anlamdadır.

Rahat anlaşılsın diye şöyle bir örneklendirme yapabiliriz: “Harmanı gözetiyor” derken, “Bedare dıpe”, “Atı güt” derken “Haspe bıpe” demek gibi. Buradaki “pe” işte o “pan” kökeninden geliyor. Önündeki “dı” ile “bı” ise Kürtçe Hint Avrupa dil grubuna ait olduğu için muhtemelen İngilizcede ve Fransızcada sözcüklerin önüne konan “the” ve “le” ile aynı işlevi görüyor. Anlayacağınız, Zerban’daki “zer” sözcüğünün ödeme aracı olarak bilinen altınla hiçbir ilgisi yoktur.

Şimdi; eğer Zerban bugünün Ece’si ve eski İran’ın Banu’su ise, Ece ile Banu da eski Altayların Eje’si ve eski Sümer’in Pan’ı ise, Pan da gözeten ve güden ise, o halde Zerban da aynı şekilde gözeten ve güden konumundadır. O zaman Zerban neyi gözetiyor, neyi güdüyor, neyi bekliyor, neyi koruyor öyleyse?        

Zerban, pınar ve tümülüsle birlikte ele alındığında belki durum daha iyi anlaşılacaktır. Zerban’a samimi duygularla bağlı olunan bir kutsallık atfedildiğini biliyoruz. Peki, bu kutsallık suyun kaynağına mı yoksa tümülüsün altında binlerce yıldır saklı kalan tarihe mi yönelik? İşte, üç eski kültürün sırrının birleştiği nokta belki de burası. Eski Türk Altay Şaman kültürü pınarı kutsarken, eski Sümer uygarlığında halkın gönlünde yer etmiş hanedan ailesine mensup ecelerin mezarları da yanı başında yükselen kale dediğimiz toprak höyüğün altında kendine gizemli bir dokunulmazlık kazandırmıştır.

Anlaşılıyor ki eski İran kültürünün bir avatarı olan Zerbanu, insan soyunun burada doğa ile buluşmasına aracılık etmiş, bu buluşmanın anlamlı ve kalıcı olmasını sağlamış ve gözetmenliğini yaptığı bu buluşmayı “Tarihi bir anlaşma gibi” bugüne kadar korumuştur. İnsanlar inançsız yaşayamaz. Doğanın kudretine ve hikmetine her zaman muhtaç olan insan, doğasız yapamayacağını bildiğinden Zerbanu’nun kendisi için yaptıklarına karşılık manevi anlamda ona olan şükran borcunu, ona tanrısal bir misyon yükleyerek yerine getirdiğine inandırmıştır kendisini.

İki yüz yılı aşkın süredir burada yaşayan bugünkü Bulamlılar da aynı inançla, aynı duyarlılıkla Zerban’a olan bağlılıklarını devam ettirmektedirler. Artı Zerban’nı bir bereket Tanrıçası olarak algıladıkları da söylenebilir. Zira Bulam ovası tümüyle onun suyuyla hayat buluyor, bu da Bulamlıların ekmeği, aşı, kutu demektir. Bu yönüyle Bulamlılar Havşari’ye biraz dargındırlar: “O da mübarek bir Er’dir, lakin bir damla suyundan yararlanmıyoruz” derler.     

Dolayısıyla ister tarihsel ister metafizik açıdan ele alındığında sanki iki unsur birbirini tamamlıyor gibi. Birincisi tümülüsün Sümer’den beri kutsal mekan veya nekropol alanı kapsamında değerlendiriliyor olması. İkincisi de Bulam halkının dağların zirvesi, ulu ağaçlar, su kaynakları ve benzeri tabiat varlıklarına kutsallık atfeden Şaman kültüründen geliyor olması.

Biliyoruz ki Zerban pınarına olan ilgi, bölgedeki tüm benzer diğer kaynak sulara olan ilginin şahikasıdır. Bu bile başlı başına Zerban’ın güçlü orduların kudretine sahip bir avatar olarak binlerce yıldır o toprağın altında yatan arkeolojik eserlerin koruyucu meleği olduğunu söylüyor. Bunların hepsi, Zerban’ın sanki eski Türk, eski İran ve eski Sümer kültürlerini bir arada tutarak belki de birleyerek bugüne taşıyan bir misyon yüklendiğini gösteriyor bize. Asıl mucize buradadır ve kutsiyetini de buradan alıyor; tıpkı Kudüs gibi.

O zaman şu soru akla geliyor; “Zerban’da hangi zamanlarda kimler yaşadı ve o günlerden bugüne kalan nedir?” İşte bu sorunun yanıtı, o tümülüsün altında saklı. Bu düşünceye konu yapmak istediğimiz şey tam da bu. Peki, neden böyle bir şey düşünme gereği duyduğumuzu sorarsanız, söyleyelim:

Zerban; tarihin başlangıcı bilinen Sümer uygarlığının, onun yaratıcısı olduğu söylenen veya en azından ortağı olan Türk Altay kültürünün, zaman ve mekan ölçümlerini yapmış Mısır uygarlığının ve biraz da daha dünkü çocuk da olsa Pers, Mısır ve Roma üçgeninde bir barış adası oluşturan tarihin diplomasi ustası Komagene uygarlığının bakiyesidir. Bu bakiye aynı zamanda insanlığın ortak mirasıdır. Bu mirasın kıymetinin bilinmesinden veya bilinmemesinden de şimdilik Bulamlılar sorumludur. 

Bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde, hiçbir konuda bizi aydınlatacak, merakımızı araştırma yapmamıza vesile kılacak buna benzer düşünceleri ileri süren olmazdı. Bugün bu düşünceyi taşıyan Bulamlılar olarak, Bulamlı geçlere bir öneride bulunuyoruz: Lisans eğitimi alıp da bu konulara merakı olan bir gencimizin,  üç kadim kültürü gizemli bir şekilde kanatları altında saklayan Zerban’ı bir doktora tezine konu yapması halinde, akademi dünyasına önemli ve kalıcı bir eser kazandırmış olacaktır.

Bir önerimiz de Bulam’ın yöneticilerine ve aydınlarınadır: Bu konuda bir tartışma ortamının başlatılmasında büyük yarar var. Zerban’la birlikte Memleketin geçmişinin tüm çıplaklığı ile gün yüzüne çıkarılmasına ve o geçmişe yakışan bir geleceğin tayin edilmesine ihtiyaç vardır. Bundan daha önemlisi, belki de ortaya çıkacak sonucun bir mezhebe bağlı olanları değil yeryüzündeki bütün insanları ilgilendiren, herkesin sempatisini kazanan evrensel nitelikteki değerler olabileceğidir.      

Çünkü dünyayı şaşkına çeviren burnumuzun dibindeki Göbeklitepe’nin gün yüzüne çıkma hikayesi, Zerban’ın da artık dünya ile buluşma vaktinin geldiğini hissettirmektedir bize:

Evet, Bulamlıların kale dedikleri Tümülüs açılmalı ve avatar Zerban’ın gözettiği başucundaki tarihi değerin hikayesi her ne ise artık ortaya çıkarılmalı. Kim bilir, belki de Göbeklitepe gibi o da dünyayı şaşkına çevirecek bir başka gelişmenin kapısını aralayacaktır insanlığa!

O zaman Bulam sadece kapı önü tütünüyle değil, kuşkusuz o tarihi değeriyle de akıllarda ve gönüllerde yer edinecektir.

Önder Gümüş / 27 Nisan 2021
[email protected]

NAMAZ VAKİTLERİ
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
BURÇ YORUMLARI
  • KOÇ
    Koç Burcu
  • BOĞA
    Boğa Burcu
  • İKİZLER
    İkizler Burcu
  • YENGEÇ
    Yengeç Burcu
  • ASLAN
    Aslan Burcu
  • BAŞAK
    Başak Burcu
  • TERAZİ
    Terazi Burcu
  • AKREP
    Akrep Burcu
  • YAY
    Yay Burcu
  • OĞLAK
    Oğlak Burcu
  • KOVA
    Kova Burcu
  • BALIK
    Balık Burcu
ANKET OYLAMA TÜMÜ
Sitemizi nasıl buldunuz?
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA