Siyaset
Giriş Tarihi : 19-06-2020 13:49   Güncelleme : 19-06-2020 13:49

Normalleşmenin Yolu: Maskesiz Siyaset

Soğuk savaş dönemi kavramlarıyla toplumu ayrıştıran her söylem, hem sahte kavgalar üzerinden yıllarımızı tüketiyor, hem ideolojik arınma ihtiyacını öteliyor, hem de Türkiye’nin soğuk savaşını uzatıyor ve milletleşme sürecini erteliyor.

Normalleşmenin Yolu: Maskesiz Siyaset

“Maske takmak, insana yüktür.

Hem taşıyana hem de onu anlamaya çalışana...”

Dostoyevski

Son yıllarda, siyasetin normalleşmesine ilişkin talep artıyor. Neredeyse tüm siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve toplumsal kesimler normalleşmeye dikkat çekiyor. Bunun üzerinden gündeme getirilen temel konu ise siyasi dilin yumuşaması. Ancak, “siyasi dil yumuşasa, normalleşme sağlanmış olacak mı” sorusunun cevabı yok. Halbuki sorunlu olduğu kabul edilen mevcut siyaset tarzının üzerine oturduğu tarihi bir arka plan var. Nedenlerini anlamadan, yansımalarını kavramadan, sonuçlarıyla yüzleşmeden ve sürekli bir biçimde gündemde tutulan ‘eski defterleri’ kapatmadan normalleşmeyi sağlamak zor.

Siyasetin Normalleşmesini Engelleyen Faktörler

Siyasetin normal mecrada ilerlemesini engelleyen birçok faktörden bahsetmek mümkün. Ancak temel faktörleri vurgulamak gerekirse; Cumhuriyetin kuruluş koşullarında ortaya çıkan teyakkuz halinin sürekliliği, tek parti döneminde kavramsallaştırılan, baskın hale getirilen rejimin ana karakteri, çok partili süreçte sivil siyaseti bastırmak için yapılan darbeler ve darbe girişimleri. Siyasetin normalleşmesini engelleyen diğer bir faktör ise devlet kurumlarına ve askere nüfuz etme üzerinden ortaya çıkan müdahaleci/darbeci anlayış ve devleti ‘ele geçirme’ arzusu. Aynı şekilde, siyasal yapılanmalarda belirleyici olan kimi isimlerin, yaşanılan travmaların sonuçlarının ‘esiri’ olmaları ve travma çengelinden kurtulamamaları da normalleşmeyi engelliyor. Elbette başka faktörleri de saymak mümkün. Ancak ön plana çıkan ve siyasal süreçleri doğrudan etkileyen faktörler bunlar. Dolayısıyla atılacak olumlu adımlar normalleşmeyi hızlandırabilir.

Askeri Müdahale Geleneği

Ülkenin çok partili siyasi hayatı; korku, vesayet ve millet iradesini sınırlamaya ilişkin onlarca darbe, muhtıra, darbe girişimleri ve ara rejimleri barındıran bir tarihtir. Hatırlamak gerekirse; 1957 ve 1958 yıllarında iki kez yaşanan Dokuz subay olayı, 27 Mayıs 1960 kanlı askeri darbesi, 22 Şubat 1962 kalkışması, 20 Mayıs 1963 TSK içi ayaklanma, 20 Mayıs 1969 darbe teşebbüsü, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü, 12 Mart 1971 askeri muhtırası, 12 Eylül 1980 kanlı askeri darbesi, 28 Şubat post-modern müdahalesi, 27 Nisan Genelkurmay Başkanlığı e-muhtıra darbesi ve TSK’nın içinde örgütlenmiş olan Fetullahçıların 15 Temmuz kalkışması… Bunların yanına 1960-1961, 1971 sonrası, 1980-1983 ve 1997-2002 arasındaki ara rejim dönemlerini de eklemek gerekir. Dolayısıyla, Cumhuriyet tarihini ve sivil siyaseti bu pencereden okumakta fayda var. Bunlar sivil siyaseti ve demokrasi tarihini etkileyen dönüm noktalarıdır. Salt bu nedenle, sivil siyaset tarihimize, ‘darbeler arası demokrasi tarihi’ demek uygun düşer.

Müdahaleler arasında siyaset yapmak için bulunan kısa süreli zaman dilimlerinde ise siyaseti baskı altında tutmak ve normalleşmeyi engellemek için farklı enstrümanlara başvurulmuştur. En belirgin olanı ise devlet adına konuştuğunu söyleyen isimler üzerinden, sivil siyasete ‘içeriden’ müdahalelerin yapılmasıdır. Bunun için soğuk savaş dönemi örgütleri üzerinden toplumsal ayrışmayı körükleyen faaliyetler desteklenmiş, partiler arası işbirliğini engellemek için siyasi dil biçimlendirilmiş, terörle mücadele gerekçesi üzerinden sivil siyasetin alanı daraltılmıştır. Buna kimi siyasetçilerin, soğuk savaş yapılarıyla kurdukları gönüllü işbirliği de eklenince, mesele daha da çetrefilli bir hal almıştır. Tabii bu noktada, sivil siyaset yaptığını söyleyen partilerin tümden masum olduğunu söylemek de mümkün değil. Küçük farklı değişimler üzerine, sahici bir siyaset kurma ve milletin çıkarı temelinde bir işbirliği geliştirme yerine, var olan atmosferin devamı tercih edilmiştir. Aksi olsaydı, bugünkü durum çok daha farklı olabilirdi.

Askeri müdahalelerle ilgili olarak, “askeri müdahalelerin etkisini abartıyorsunuz, artık ülke eskisi gibi değil, ‘emir komuta zinciri’ içinde ortaya çıkan fiili bir müdahale yok ve olmaz da” türü değerlendirmeler yapılabilir. Aba altından sopa göstermeleri, Fetullahçı kalkışmayı saymazsanız ve müdahaleleri sadece askerin doğrudan müdahalesi olarak ele alırsanız bu değerlendirme doğru olabilir. Ancak müdahalenin sadece fiili darbe ile ilgili bir durum olmadığı, bu ülkede çok iyi biliniyor. Mesela; öngörülmesi mümkün olmayan ‘işbirlikleri’ kuruluyorsa ve siyasi partilerin düşüncelerinde tahmin dahi edilemeyen değişimler yaşanıyorsa, farklı bir müdahale mekanizmasının devreye girip girmediğine bakmak gerek.

‘Sivil’ Müdahaleci Anlayış ve ‘Ele Geçirme’ Arzusu

Siyasetin normalleşmesini engelleyen faktörlerden bir diğeri ise askere ve kimi kurumlara nüfuz ederek müdahale etme ve ‘ele geçirme’ arzusudur. Rejimin baskın karakteri nedeniyle bazı kesimlerin bu yolu denediği biliniyor. Bu niyette olan ‘siyasi partilerin’ ve STK’ların içinde bulunduğu ruh halini özetleyen ifade, Doğan Avcıoğlu’na atfedilen “bin işçiyi ikna edeceğime, bir albayı ikna ederim” cümlesidir. Aslında bu cümle, birçok yapının ruh halini ve düşünce dünyasını yansıtmaktadır. En kestirme yoldan devleti ‘ele geçirme’ ve diğerlerini kendine benzetme hedefini dışa vurmadır. Bu anlayış dün TSK içindeki darbeciler ve cuntacılar üzerinden ortaya çıkmıştı. Yakın tarihte ise TSK, yargı ve iç güvenlik bürokrasisi içinde örgütlenmiş olan Fetullahçılık olarak ortaya çıktı. Bunlar, düşüncelerini fiiliyata geçirdikleri için gündemde olan örgütlerdir. Bununla birlikte; düşüncelerini hayata geçiremeyen ama bunun özlemini taşıyanları ise bilmiyoruz.

Burada 3 temel sıkıntı var. Birincisi; devletin çok güçlü ve belirleyici bir yapıya sahip olması, bu tür anlayışların yeşermesine ve yapıların ortaya çıkmasına imkân sağlıyor, cezbediyor. İkincisi; kamudaki atamaların ve görevlendirmelerin objektif kriterler üzerinden yapılmaması. Bu olmadığı için herkes kendi ‘adamını’ bir yerlere getirmeye çabalıyor. Üçüncüsü ise ülkenin temel sorunları aşılamadığı ve iktidar mücadelesi bu zeminde devam ettiği için devlet yönetimi veya siyasi faaliyet teknik-profesyonel bir düzeye indirilemiyor. Herkes kendi tezini topluma benimsetmenin ve ülkeye hâkim kılmanın önceliğiyle, ‘misyoner’ tarzda faaliyetler yürütmeye odaklanıyor.

Bu düşünceye sahip olan tüm kesimler, sahici olmayan ve üretilmiş çatışma alanları üzerinden kendilerini tanımlamaya ve farklı bir ‘kimlik’ inşa etmeye çalışan kesimlerdir. Dikkate alınması gereken konu, sahici olmayan çatışmaların üzerinden kendilerine kimlik oluşturanların devlet aygıtını yönettiğini vehmettikleri kurumlarla/kişilerle kurdukları ilişkidir. Devlete çöreklenmiş kimi mahfiller, bu kesimleri kullanmayı çok iyi bilir. Bunlar ise kendilerince ‘devlet ile kurdukları’ bu ilişki üzerinden devleti ‘ele geçirme’ hayalleri kuruyor. Sonuç itibariyle hem hastalıklı bir düşünce ve ruh hali, hem milletin çocuklarının emeği üzerinden kirli ve sonuç alma imkânı olmayan ilişkiler sürdürme yaklaşımı, hem de siyasetin ve ülkenin normalleşmesinin önünde bariyerler.

Travma Çengeline Takılı Kalmak

Türkiye, yaşanılan olaylar üzerinden üretilen travmalara esir olunan insanlar ülkesi. Herkesi ve tüm toplumsal kesimleri kuşatan, ‘esir’ alan travmaları var. Travmaları özetlemek gerekirse; (1) Osmanlının yıkılış sürecinin oluşturduğu olumsuz etki, (2) Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan hak ihlallerinin neden olduğu hayal kırıklıkları ve bunun üzerine bina edilen aidiyet sorunu, (3) askeri darbelerin gerçekleştirdiği infazların oluşturduğu mağduriyetler, (4) soğuk savaş konsepti üzerinden oluşturulan örgütlerin taraf olduğu çatışmacı ortamın sonucu olan ölümlerin/kayıpların üzerine bina edilen kullanılmışlık duygusu, (5) terörle mücadele gerekçesiyle meşrulaştırılan ihlallerin oluşturduğu ‘öteki’ duygusu, (6) rejimin ana karakteri nedeniyle yok sayılan, görmezden gelinen kimliklerin oluşturduğu travma ve (7) Fetullahçı anlayışın ürettiği sonuçlar sayılabilir. Bunlar ve benzerleri, farklı toplumsal kesimleri ve siyasal aktörleri etkileyen travmalardır.

Herkes birtakım travmalar yaşayabilir. Sorun travma yaşamakta değil, sonrasıyla ilgili. Birçok insan travmasını yutar ve kendi içinde ‘besleyip’ büyütür ve bunun ‘esiri’ olur. Bazı insanlar ise travmalarıyla yüzleşir, hatta bunu hayırlı bir vesile sayar, farklı alanlara yönelerek üretken hale gelir ve travmalarından kurtulur. Aslında toplumlar da böyledir. Bu nedenle, önemli olan çengelden kurtulmak. Travma çengelinde takılı kalmaktan kurtulmanın yolu; geçmiş ile yüzleşmek, dersler çıkarmak, tekrarlamasına yol açan zemini ortadan kaldırmak ve geleceğe dönük siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda üretken olmaktır. Hatırda tutarak yüzleşmek, kolektif bilinçte mahkûm etmek ve tarihe ‘hapishane’ muamelesi yapmamak. Bu yapılmadığı zaman normalleşmeden bahsetme imkânı kalmaz. Dolayısıyla; travmaların ‘esiri’ olmamak, travma üzerinden ‘kimlik’ inşa etmemek, sürekli onun üzerinden konuşmamak. Yüzleşmek, ders almak ve olumsuzluğu dönüştürmek için olumlu işler yapmak.

Bu arada; travma çengeline takılı kalmak tek başına yaş, ideoloji ve yaşanılanlarla ilgili bir mesele de değil. Yaşadığı birçok travmayı aşıp hayata tutunanlar olduğu gibi, hiçbir travma yaşamadığı halde, geçmişte yaşanmış travmalara ilişkin duyduklarından etkilenip travma çengeline takılanlar da var. Ancak günümüzün politik aktörleri ve söylemleri dikkate alındığında, çoğunluğun, bahsettiğimiz travma çengellerine takılı kaldıklarını görebiliriz. Özellikle, 1980 öncesi kuşak bu konuda oldukça ‘sorunlu’. Konuşmalarının ana öznesi geçmişi kutsama, 80 öncesinde yaşadıkları olaylar, 40 yıl öncesinin kavramlarıyla yapılan tasniflemeler ve yer yer o dönemin çatışmaları üzerinden üretilen tehdit içerikli analizlerdir. Bu ruh halinden ve anlayıştan sahici bir siyaset ve siyasetin normalleşmesi ise çıkmaz. Sürdürülen bu travma halinden ne millete ne de ülkeye hayırlı bir çalışmada üretilemez.

Dolayısıyla; travmaya dönüşen konuları bilmek, arka planını kavramak, bununla yüzleşmek ve ders alıp yoluna gitmek ile takılıp kalmak arasında büyük fark var. Travma çengeline takılı kalmamanın yolu, geçmişe ilişkin sahici bir muhasebe yapmak ve (kendine) özeleştiri vermektir. Bu olmadığı zaman çıkış yolu bulmak mümkün değildir. Bahsettiğimiz ruh halinin ve tutumun sahip olunan ideolojik anlayışla da ilgisi yok. Çünkü geçmişte sahip oldukları ideolojik kavram setleriyle düşünen ve kendi çengellerine takılmış çok farklı siyasal kesimler var.

Yapılan; ‘Maskeli’, ‘Ürkütülmüş’ ve Travma Çengeline Takılı Siyaset

Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni devletin kurumsallaşması gerekçesi üzerinden siyasete yapılan müdahalenin ve çok partili hayat sonrasında ortaya çıkan askeri darbelerin/darbe girişimlerin ortaya çıkardığı en temel sorun, siyasetin ‘ürkek’ bir zeminde yapılması ve siyasetçilerin hedef olmamak için ‘maske’ kullanmak zorunda kalmalarıdır. Seçilmiş siyasetçilerin idam edilmeleri, cezaevlerine konulmaları, yargılanmaları, görevlerini terk etmek zorunda bırakılmaları, parti kapatmaları gibi somut sonuçlar nedeniyle ‘ürkeklik’ anlaşılabilir bir tutumdur. Ancak sorun, sivil siyasetin elbirliğiyle bu durumu aşmaya ilişkin bir çabasının olmaması ve buna karşı bir çözüm geliştirememesidir. Siyasi partiler/mecralar arasında, siyaset alanın demokratikleşmesi için konsensüs sağlanmış olsaydı, bu sorun bugüne kadar aşılmış olabilirdi. Bunun dahi yapılamamış olması ciddi bir problem.

Bunun yanı sıra; rejimin baskın karakteri, farklılıkların tehdit olarak algılanması, toplumsal ayrışmanın keskin çizgiler üzerinden yapılması gibi nedenler ise siyaseti ‘maske’ kullanmaya mecbur bırakmış. ‘Maske’ kullanmanın en temel nedeni, açık ve gizli baskılardan çekinmek ve oy kaygısıdır. Bu nedenle de ‘maske’ takarak siyaset yapılma yolu tercih edilmiş. Ayrıca ‘sivil’ görünümlü kesimlerin, devlet içindeki kimi isimlerle kurdukları ilişkiler üzerinden devleti ‘ele geçirme’ arzusuyla örgütlenen kesimlerin yaptığı da farklı tarzda bir ‘maskeli’ siyasettir. Takiyye yapmaktır.

Halbuki maske tiyatral bir enstrümandır. Gerçek hayatta, özellikle de siyasette maske kullanmak, bütün ülkeyi ve devleti tiyatro sahnesine çevirmek anlamına gelir. Burada ise gerçek sorunlar ve çözümler konuşulmaz. Bu atmosferde siyaset, seyredip alkışlayan taraftarlar önünde ‘sahnelenen’ seyirlik bir şova dönüşür. Buna, birde çoklu maske kullanma ‘ihtiyacı’ eklendiğinde, durum daha da trajik bir hal alır. ‘Atatürkçü’, ‘milliyetçi’, ‘devletçi’, ‘İslamcı’, ‘muhafazakâr’, ‘tarikatçı’, ‘solcu’, ‘sosyalist’, ‘küreselci’, ‘ulus devletçi’, ‘AB yanlısı’, ‘AB karşıtı’ gibi onlarca maske. İhtiyaca göre sırayla takılan maskeler koleksiyonu. Bu durumda; siyasetin temel unsurları olan meclis, partiler, milletvekilleri, yasama ve yürütmenin içine düştüğü hali varın siz tahayyül edin. Halbuki, yönetmek ciddi bir iştir ve şaka kaldırmaz.

Travma çengeline takılı kalmak da aynıdır. Yani bu durum, farklı bir biçimiyle de olsa, gerçeklikten kopuk bir yaşam sürdürme ve siyaset yapmadır. Bu anlayışın, farklı gibi görünen tüm siyasal yapılanmalarda etkili olması ise önemli bir sorun. Travmalarının esiri olmuş bireylerde ve siyasi yapılanmalarda sağlıklı bir siyasal anlayış ve siyasetin normalleşmesi için ortak bir irade çıkmaz. Bugün yaşadığımız tam da bu.

Anormali Sürdürme Anlayışının Sonuçları

Aslında durum, “The Phantom of the Opera” (Operadaki Hayalet) klasiğiyle açıklanabilecek gibi. Yani çirkinliği gizlemek için maskenin arkasına saklanan adamın durumu. O zaman uzatmadan direk söylemek gerekirse; anormal olan hali sürdürmeye dayalı bu üç tarzın/anlayışın ortaya çıkardığı sonuç, milletin ve ülkenin kaybetmesidir. Birbiriyle kavga eden ve bir türlü bu kavgadan bıkmayan bir ruh hali. Bu ruh hali ise sahici siyasi anlayışların gelişmesini engellemiş, siyasetçileri düşüncelerini/kimliklerini gizlemek zorunda bırakmış, ülkenin ana sorunlarını gündeme almalarını ve çözüm üretmelerini sınırlamıştır.

Bununla birlikte; kısır bir demokratik işleyiş, yaşanan kimi olumlu gelişmelere rağmen özgürlüğün güvenliğe kurban edilme olasılığının devam etmesi, ülkenin tüm enerjisinin ve kaynaklarının terörle mücadele için harcamak zorunda kalınması, toplumsal barışın risk altında olması, yabancı istihbarat örgütlerinin operasyon yapmayı düşünebildiği ve zaman zaman operasyon yaptıkları bir ülke haline gelinmesi, devlete ve millete ilişkin aidiyet duygusunda erozyonun giderek hızlanması, kimi hak taleplerinin ‘mütekabiliyet’ kavramına kurban edilmesi, toplumsal kesimlerin taraf olduğu sorunlara çözüm bulunamaması, bırakın çözüm bulmayı konuşmaktan dahi çekinilmesi, adaletin tesis edilememesi…

Peki, Çözüm Ne?

Türkiye; yakın siyasi tarihinde meşrutiyet, cumhuriyet, çok partili hayat, vesayet ve şimdilerde de başkanlık tecrübeleriyle ilerliyor. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen şu açık ki, en azından rota doğru. Rota; demokratik modernleşme. Sivil siyasal tarih dikkate alındığında, birçok siyasal akımın test edildiği açık. O zaman şimdi; ortak aklı işleterek mevcut durumu analiz etme, doğru dersler çıkarma, ne yapacağımıza karar verme ve hep birlikte yola devam etme zamanıdır. Çünkü mesele, birilerini suçlayıp kenara çekilmek değil, ülkenin geleceğini birlikte inşa etmektir. Bu çerçevede üzerinde durulabilecek konular;

1. Önemli konularımızdan birisi, düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bununla birlikte, hesap veren ve şeffaf olan örgütlenme alanının da pekiştirilmesi gerekir. Buradan ulaşmamız gereken yer ise özgür insan ve özgürlükçü din anlayışı olmalıdır. Bununla birlikte, devlet denilen aygıtın tüm vatandaşlara eşit mesafede olması da önemli.

2. Üzerinde durulması gereken diğer bir konu ise kendine anlam kazandırmak için devlet içindeki kimi güç merkezleriyle ilişki kuran unsurların tasfiyesidir. Devletin de kendi içinde örgütlediği ve ‘görev verdiği’ soğuk savaş dönemi unsurlarını tasfiye etmesi ve bu anlayışla yüzleşmesi normalleşme için anlamlı bir adım olacaktır. Yani; görevi/işi ‘Atatürkçülük’, ‘İslamcılık’, ‘milliyetçilik’, ‘muhafazakarlık’, ‘solculuk’, ‘Kürtçülük’ olanların tasfiyesi. Bu yapıldığında travmaya dayalı politik, ideolojik dilden ve kimlik siyasetinden sıyrılmak da kolaylaşır. Çünkü millet, yüz yılı aşkın bir süredir travma haline getirilen farklı süreçlerin etkisiyle cendereye alınmış durumda. Hem travmalardan kurtulmak, hem de soğuk savaş konseptinden çıkmak şart. Bu yapılamaz ise daha onlarca yıl mevcut hali sürdürmek zorunda kalabilir ve onlarca yılı daha kaybedebiliriz.

3. Bugüne kadar yapılan yanlışların tekrarlanmaması da önemlidir. Buna özen gösterilirse, işimiz kolaylaşır. Somutlaştırmak gerekirse; Türkiye’nin tam anlamıyla ideolojik ve kimliksel ‘detoks’a’, ‘arınmaya’ ihtiyacı var. Dünya’nın soğuk savaşı, 1991’de bitti. Ama bu ülkede, şu an dahi soğuk savaş kavramlarıyla ahkam kesen ve gündem belirlemek isteyen çoğunlukta. Takılı kaldıkları travma çengeline bizimde benzer travma çengellerine takılmamızı istiyorlar. Buna izin vermemek lazım. Çünkü şunu çok iyi biliyoruz; soğuk savaş dönemi kavramlarıyla toplumu ayrıştıran her söylem, hem sahte kavgalar üzerinden yıllarımızı tüketiyor, hem ideolojik arınma ihtiyacını öteliyor, hem de Türkiye’nin soğuk savaşını uzatıyor ve milletleşme sürecini erteliyor.

4. Devletin ele geçirilmesi gereken bir aygıt olmaktan çıkarılması da önemli. Bunun için ise hem darbeci anlayışların, hem de “bin işçiyi ikna edeceğime, bir albayı ikna ederim” ifadesiyle mücessemleşen cuntacı anlayışların mahkûm edilmeleri ve tasfiyeleri önemli. Ne darbeciler, ne yukarıdaki ifade üzerinden savunulan cuntacı yaklaşımlar, ne Fetullahçılığın kullandığı yöntemler, ne de bir başkası. Bunlar sağlandığında ise hem inisiyatif değil hukuk belirleyici olacak, hem de devletin tüm işlerinin şeffaf ve hesap verebilir olması sağlanacak. Ayrıca devletin yürüttüğü ekonomik faaliyetlerin şeffaf olması ve gelir dağılımı adaletinin sağlanması da bu süreci güçlendirecektir.

Sonuç olarak; Elbette ki bunlar tek başına yeterli değil. Ama başlangıç için ilk adımlar. Ancak öncelik verilmesi gereken konular. Bunun üzerinden yapılacak olan ise herkesin kendisi olarak var olabileceği siyasal bir iklim oluşturmak, insanlık tarihinin ortaya çıkardığı evrensel değerlerle uyumlu yeni bir ülkü/ideal inşa etmek, toplumun bunun etrafında konsolide olmasını sağlamak ve ‘maskesiz’ bir siyaset yürütmektir.

 

AdminAdmin