Toplumsal olarak ele alındığında bir milletin, içinde taşıdığı maddi manevi kültürel ve sosyal zenginliği yansıtan yerdir şehir. Acıyı tatlıyı, sevinci hüznü tattırandır. Bir milletin kültürünü var eden medeniyetin ortaya çıkmasını sağlayan ve geçmişe ışık tutan kaynaktır şehir. Derdinin dermanına vesile olan, bazen de derdine sebep olandır. Varoluştan ölüme giden yoldaki, geçen zamanın mekânıdır.
Şehir kavramı kişilerin ruhları üzerinde farklı yerlere dokunan bir yapıdır. Kimine göre yorgun, sıkıcı ve duyguları ile özdeşleşmeyen, kimine göre ise duygularına hitap eden, kucaklayan bir mekândır.
Bir şehir bana bir şeyler anlatmaya çalışıyorsa, hatırlandığında bir tebessüm ettiren geçmiş zaman da yaşadığım bazı hadiseleri, tekrar tekrar yaşatıyorsa benim için şehirdir. Farklı kültürden, farklı renkten, farklı dilden insanların oluşturduğu rengârenk topluluğu, bir arada tutabildiğince şehirdir. Mesela sohbetlerinden istifade edeceğin insanları bir arada bulunduran mekânları olmalı. Bir ucundan bir ucuna yürüyebilmeli insan. İnsanın üzerine üzerine gelen binalardan arındırılmış olmalı. Geçmiş tarihimizde ki gibi anlamlı olmalı, merkezinde cami olmalı, caminin etrafında medreseler, medreselerden sonra pazarlar kurulmalı… 21.yy da böyle bir şey mümkün mü biraz düşündürücü.
Peki, estetik nedir? Şehri oluşturan varlıkları bir araya getiren anlamsız bütünlükteki estetik olgusunu nasıl görmeliyiz? Büyük bir kalabalık unsur yapısı içinde, iç içe geçmiş ve anlam yükleme durumu olmayan görsellikler üzerinden estetik durumunu nasıl algılayabiliyoruz. Yüksek binaların dikilmesi yâda loş ışıklarla donatılan şehir kaldırımlarını estetik olarak algılamak mı lazım? Geçmişimizle alakası olamayan yapılara estetik tabirini yüklemek tarihi geçmişimize bir ihanet değil mi? Dışardan gelen batı frenkleri, estetik bir şeyler gösterme adına dikilen yapıtlara bakarak, bizleri kültür ve medeniyet tasavvurunda bir yerlere oturtması, frenk için bir hayli zor olmalı.
Estetik; görünen nesnelerin güzellik duygusuna uygun olana estetik diyoruz biz. Sokaklarında gezdiğin an, hiç sıkılmadan bir baştan bir başa yürütebilmeli seni. Hem göze, hem de ruhumuza yansıtmalı varlığını. Geçmişte bir tarihin bu topraklarda var olduğunu hissettiren delilleri sunmalı önümüze, mesela insan yoğunluğunun olduğu yerde tarihten kalma bir çeşme olmalı. Ya da çok eski bir külliye çıkmalı sokak arasında karşımıza. Bir ezan sesi ile yüzünü göğe kaldırdığın an, mimarisi ile göz kamaştıran minareler görmeli semasında. Yani sözlük anlamı ile bildiğimiz estetik kelimesi ile inşa edilen şehirlerin aslında, göze hoş gelirken ruhu rahatlatan, bir şeyleri hatırlatan ve bir anlam yükleyebileceğimiz tarzda olmalı. Küçüklük anılarımızı saklamalı sokaklar. Baktığımız evler, gezdiğimiz mekânlar, estetik açıdan doyumsuz olmalı ve aynı zamanda insanlarda bir yere tekabül etmeli. Bizden bir şeyler yansıtmalı etrafına. Çünkü şehir insanla bütündür, medeniyetin doğuşu şehrin var olmasıyla mümkündür. Kültür orada doğar. İnsan bilinci şehrin yapılaşması ile şekil alır. Estetik ise; insan ile var olan şehrin yapıtlarında, milletin geçmişten gelen kökleri ile ileriye yönelik bağ kurmayı sağlamalıdır, huzur vermelidir baktığın estetik yapı insana.
Tarihi karıştıranlar yazının başlığına uygun şehirler görebilirler. Bağdat, Kerbela ve Medine. Mesela söylemek istediklerimize Medine bir örnek olabilir. Zaten Medine şehir demektir. Şehirlerin en güzelidir. Kültürün medeniyetin ve estetiğin örneği Medine demektir. Benim kültürüm, benim medeniyetim şehirde ortaya çıkartılan mimari eserlerde iz taşımıyorsa, benim için ne şehir, ne de estetikliği önemli değildir.